19 Ağustos 2016 Cuma

DOST KAZIĞI MODU

Dost Kazığı başlıyor!

Sınırlı Oyun Modu atölyesini yine açtık! Bu sefer, RAKİPLERİNİZİN şampiyonlarını seçiyorsunuz. Boş duracak değiller ya, onlar da sizinkileri seçiyor! Sonra bu seçimlerle elinizden geleni yapmaya çalışıyorsunuz. Ana kurallar şöyle:
Rakip takımın şampiyonlarını seçiyorsunuz.
Rakiplerinize seçtiğiniz şampiyonlar, takımınızın sahip olduğu toplam şampiyonlar arasından seçiliyor.
Savaş Takviyeleri geri döndü!

Diğer ayrıntıları da, soru-cevap şeklinde okuyup öğrenebilirsiniz. Yaşasın!


Yani şimdi karşı takımın şampiyonlarını mı seçiyoruz?
Onlara Urgot gibi şeyler verebilirim, öyle mi?
Ha, öyleyse tamam.
Yani karşı-karşı seçim yapabiliyor muyuz?
Peki, şampiyon seçimi nasıl yapılıyor?
İyi hoş da, şampiyon seçimini beğenmeyince oyundan çıkanları ne yapacaksın HA RİOT EFENDİ?!
SİMGE Mİ? HARBİ Mİ? YEMİN ET!
Başka bir şey yok mu?
Ne zaman bitecek bu mod?


Moda girmek için en az 20lw olmak gerekmektedir.

Herkese iyi oyunlar

18 Ağustos 2016 Perşembe

LOL EKRAN GÖRÜNTÜSÜ ALMA

Oyun Esnasında Ekran Görüntüsü Almak

Oyun esnasında ekran görüntüsü alındığında "siyah ekran" elde ediyor olabilirsin. Bunu düzeltmek için oyunun kurulu olduğu klasörde

Riot Games=>League of Legends girdikten sonra

lol.launcher.exe'de sağ tıkla ve Özellikler'e git. Uyumuluk sekmesinde "Masaüstü oluşturmayı devre dışı bırak" seçili konumda olmalıdır.



Bu işlemleri gerçekleştirdikten sonra print screen alındığında siyah ekran gelmeyecektir. Ayrıca ekran görüntüsü almak için F12 tuşunu da kullanabilirsiniz.

HERKESE İYİ OYUNLAR...

17 Ağustos 2016 Çarşamba

HEROLARIN NERFLENMESİ

HEROLARIN NERFLERNMESİ


Bazı herolar can yakmaya devam ediyor Rengar, Yorrick, Lebanc sizde iyi mi ? kötü mü oldu?


Bence çok iyi oldu çünkü leblancın last gamede cok iyi iş yaptığını ve adcleri teklediğini herkes iyi bilir :)

Ve sıra katarina olduğu düşünüyorum. Yakın zamanda haberleri gelir..





KLED HİKAYESİ

KLEDİN HİKAYESİ

Kled'e dair en eski hikâyeler, imparatorluğun emekleme dönemine ve Drugne Muharebesi'ne dayanır. Çorak toprakların tozlu tepelerinde Birinci Lejyon, bir grup barbardan kaçmaktaydı. Önceki iki savaşta hezimete uğrayan askerlerin morali düşüktü ve ordu, ikmal kolunu tarumar edilmiş bir biçimde terk etmek zorunda kalmıştı. En yakın karargâh da bir haftalık yürüyüş mesafesindeydi.
Lejyon'un başında, pırıl pırıl altın zırhlarıyla bir grup varlıklı asilzade vardı. Emirleri altında bulunan askerlerden çok, kendi sınıflarının entrikalarını ve dış görünüşlerini önemsiyorlardı. Daha kötüsü, suikast ve dövüş turnuvalarında başarılı olan bu komutanlar gerçek savaş alanında beceriksiz kalmışlardı. Düşman birlikleri ordunun geri kalanını kuşatınca, asilzadeler Lejyon'a bir müdafaa çemberi oluşturmasını emretti. Kendilerini kurtarmak için fidye anlaşması yapmayı umuyorlardı.
Sonra bir anda, şafağın sökmesiyle savaş meydanına bakan tepede Kled'in gizemli silueti belirdi. Skaarl adında ölümsüz bir ejderbeygirin tepesindeydi. Sadece iki ayağı üzerinde duran bineğin ön ayakları, parmaklarını kazayla çorbaya daldırmış bir uşağın elleri gibi mahcup bir şekilde kafasının iki yanında sallanıyordu.
Yalnız süvari beygirinin eyerinde ayaklandı. Silahı paslanmış, zırhı yıpranmış ve kıyafetleri yırtık pırtıktı. Ancak tek sağlam gözü amansız bir hiddetle adeta yanıyordu.
''Arazimden çıkmak için size bir şans verecem!'' diye seslendi Kled barbar ordusuna; ancak cevap vermelerini beklemedi. Beygirini dürttü ve hiddetle hücum haykırışına başladı.
Bu yordle'ın deli cüreti, zaten asilzadelere karşı bilenmiş, açlık ve çaresizlik içindeki Lejyon'un hiddeti üzerinde barut etkisi yaratmıştı. Düşman mevziini delip geçen Kled ve Skaarl'ın peşi sıra askerler hücuma geçti.
Ardından Lejyon'un görüp geçirdiği en kanlı çatışma başladı. Birden gelişen taarruzun başarısı çok uzun sürmeyecek gibiydi. Barbarların destek kuvvetleri Lejyon'un yan cephelerine dalmaya başlamıştı. Dört bir yandan saldıran düşman kuvvetleriyle savaşın kaderi Noxus'luların aleyhine dönünce Skaarl paniğe kapılıp Kled'i sırtından attı ve savaş alanını terk etti. Ödlek kertenkele gibi Noxus'lu askerler de tereddüt etti. Ancak hepsinin ortasında, Kled savaşmayı sürdürüyordu; düşmanları biçiyor, tekmeleriyle dişlerini döküyor ve yüzlerini ısırıyordu.
Düşmanların bedenleri Kled'in etrafında yığılıyor ve yordle'ın kıyafetleri kana bulanıyordu. Uzun baltasını her savuruşuyla düşmanı devirmesine rağmen akın akın gelen barbarların karşısında geri adım atması gerekti. Meydan okumalarına ve ağır hakaretlerine daha büyük bir hiddetle devam ediyordu. Bu yordle'ın ölmeden dönmeye niyeti olmadığı belliydi.
Amma velakin cesaret ve korku, veba kadar bulaşıcıydı ve Kled'in kararlılığını gören lejyonerler saldırıya devam etti. Skaarl bile kaçmayı bırakıp geri dönmüş, Lejyon'un son savaşını izlemeye başlamıştı.
Noxus'un safları delinmeye başladığında, Kled tam düşman akını altında ezilecekti ki ejderbeygir geri geldi ve barbarlara arkadan toslayıverdi. Hırlaya pençeleye arbedenin arasına atlayan beygir, sahibini kurtardı. Bineğine kavuşan Kled kendinde tekrar güç bulup bir ölüm kasırgasına dönüştü ve bu kez barbar birlikleri paramparça olup kaçtı.
Yalnızca birkaç Noxus askeri ayakta kaldıysa da savaş kazanılmıştı. Drugne kabileleri bozguna uğratılmış ve toprakları imparatorluğa eklenmişti. Asilzadelerin ne bedenleri ne de altın zırhları bulunabilmişti.
Zaman içinde, imparatorluğun diğer orduları Kled hakkında benzer hikâyeler anlatmaya başladı; bu hikâyeler, deli cesareti karşısında zaferin kesin olmadığının kanıtıydı. Söylenene göre Kled, orduların olduğu bölgelere gider, kendisini ve Skaarl'ı toprakların sahibi ilan eder ve ganimet toplardı.
Noxus'lular bu hikâyelerin doğruluğu hakkında pek kuşkulu. Ancak orduların geçtiği topraklarda ''Kled'in Mülküdür'' yazan tabelaları görmek mümkün.

16 Ağustos 2016 Salı

GÜÇ KASALARI

ERİŞİM SAĞLANDI // Cevherler



Yeni KOD ADI kostümleri mücadeleye katıldı ama LoL Mağazası'nda yaptığımız güncellemeler, bu

12 Ağustos 2016 Cuma

KARAKTERLERİN KALICI OLARAK ASKIYA ALINMASI !

Öncelikle herkese merhaba..

11.08 tarihinde yapılan bakım çalışmasından oyunda köklü değişikler yapılmıştır. Bunlardan örnek vermek gerekirse. 



Oyuna girmeye çalıştığımda bu ekranda karşılaştım. Hile, 3 parti yazılım kullanmadığım ''BU HESAP KALICI OLARAK ASKIYA ALINDI''
ekranıyla karşılaştım.Ve ilk işim Hemen riota mail atmak oldu. 12 saat içinde cevap geldi tabi ki. Ve benim 3. parti yazılım kullandığımı ve hesabın açılmayacağını söylediler. Yapacak bir şey yok geçmiş olsun demekten başka da diyecek bir şeyimiz yok :) Dikkat etmenizi tavsiye ediyorum, takımınızda veya rakip takımda kullanan varsa oyun sonu kesinlikle şikayet etmenizi öneririm yoksa zararlı siz çıkacaksınız. HERKESE İYİ OYUNLAR


11 Ağustos 2016 Perşembe

YENİ ŞAMPİYON KLED!

Arkadaşlar yeni şampiyon Kled sonunda Türkiye sunucusuna geldi. Gözümüz aydın diyoruz. Ama herkesin aklında sorular var. ADC mi ? APC mi ? Hangi Kabiliyetle girmeliyiz?

Bunları hepsini deneyerek öğreneceğiz. Öğrenirken çoğu oyunu kaybedeceğiz ama olsun.

  Bazı arkadaşlar yorumlarda Nerflenmesi lazım diyor q skili ile tek attığı söyleniyor. Ne kadar doğru bilemiyorum :)



Bana göre ipsi biraz fazla olarak satışa sunulmuştur. Değecek mi bilemiyorum. Rankedta kled alanlardan uzak durun :)

Herkese iyi oyunlar dilerim.

10 Ağustos 2016 Çarşamba

11.08.2016 tarihli altyapı çalışması hakkında

11.08.2016 tarihinde yani Çarşamba’yı Perşembe’ye bağlayan gece saat 04.00’da başlayacak şekilde Türkiye Sunucusu için planladığımız bir altyapı çalışması gerçekleşecek. Dereceli Sıra, bakım çalışmasından 1,5 saat önce devre dışı kalacak ve çalışma sonunda kaldığı yerden açılacak. Diğer oyunlar ise çalışma başladığında hâlâ sürmekteyse sonlanacak ve sayılmayacak; oyundan ayrılma cezası, bozgun vb. durumlarla karşılaşmayacaksınız. Dereceli sırada inaktif durumundaysanız, puan kaybı veya lig düşme gibi sorunlarla karşılaşmamak için bu tarih ve saati göz önünde bulundurmanızı tavsiye ederiz. Ayrıca yine bu tarih veya saatlere denk gelen takviyeleriniz varsa da bir kaybınız olmayacak. Sunucunun kapalı kaldığı süre, takviyenizden düşülmeyecek.
Çalışmanın, yani sunucunun kapalı kalacağı sürenin 12 saati geçmeyeceğini tahmin ediyoruz. Sürenin uzaması :( veya azalması :) ihtimali gibi gelişmeleri bu duyuru üzerinden paylaşmaya devam edeceğiz.

İyi oyunlar.

GRAGAS'IN HİKAYESİ

GRAGAS

Gragas'ın dövüşmekten daha çok önemsediği bir şey varsa, o da içmektir. Daha da, daha da sert bira içme isteğiyle, sürekli mayalama kazanına atacak güçlü, olmadık malzemeler arar. Aniden parlayan, sağı solu belli olmayan bu yıllanmış alemci, kafa bulmayı sevdiği kadar kafa kırmayı da sever. Tuhaf biraları ve dengesiz kişiliği yüzünden, Gragas'la içmek başlı başına bir risktir.

Gragas iyi içkilere karşı sonsuz bir sevgi besler, ancak o kadar dayanıklıdır ki bir türlü arzu ettiği gibi sarhoş olamaz. Bütün bira fıçılarını boşaltıp yine de çakır keyif olamadığı bir gece, Gragas'ın kafasına bar taburesi değil, aklına bir düşünce yerleşti: neden kendisini tam sarhoş eden bir bira mayalayamıyordu? O anda, tüm biraları bitirecek birayı mayalamaya karar verdi.

Gragas'ın arayışı sonunda onu, insan ayağı basmamış buzullardan en saf kutup suyunu elde edebileceği Freljord'a getirdi. Orada aradığını buldu: Benzerini hiç görmediği, kusursuz bir buz parçası. Bu erimeyen buz, birasına inanılmaz özellikler kazandırmakla kalmıyordu; içkiyi tam önerilen servis soğukluğunda tutmak gibi başarılı bir yan etkisi vardı.

Yeni içkisinin başarısıyla medeniyetin yolunu tutan Gragas, çabasının ürünlerini paylaşmak için sabırsızlanıyordu. Talihe bakın ki, Gragas'ın kızarık gözüne çarpan, içki ikram edilebilir ilk toplantı, Freljord'un geleceğini şekillendirecekti. Ashe ile ittifak kurup kurmamayı tartışmakta olan iki kabilenin arasındaki zaten kötü gitmekte olan bir görüşmeye paldır küldür daldı. Ashe gerilimin azalmasına sevinmişti ancak diğer savaşçılar sözlerinin bölünmesine kızarak sarhoş ahmağa hakaretler yağdırdılar. Gragas da Gragas'lığını göstererek, son derece diplomatik bir kafayla karşılık verdi ve eşi sadece Freljord Efsanelerinde görülmüş bir kavga çıkardı.

Patırtıda yere serilenler sonunda ayaklanınca, Ashe dövüşmek yerine dostça bir içki içmeyi önerdi. Öfkeleri köpüklerde soğuyan kabile savaşın eşiğinden dönerek Gragas'ın birasıyla dostluk bağı kurdu. Savaş ihtimali atlatıldı ve Gragas kahraman oldu, ama o hala yeni birasıyla da sarhoş olamadığına yanıyordu. O da yine yollara düşerek, tundrada Runeterra'nın en mükemmel birasına koyacağı malzemeler aramaya devam etti.

''Bira fıçısında balık olsam...''
-- Gragas

GNAR'IN HİKAYESİ

GNAR

Orman, görmeyen gözleri affetmez. Her kırık dal parçası bir hikâye anlatır.

Bu ormanın sunduğu her türden yaratığı avladım. Hünerlerimi sınayacak başka bir şey kalmadı sanırdım. Ama şimdi görüyorum ki, yeni bir şey var. Bıraktığı izlerden teki bile bir kocadiş boyunda. Tırnakları adeta birer kılıç, adamı ortadan ikiye böler. Nihayet, dişime göre bir av.

Ormanın bir ucundan diğerine ganimetimi izliyorum sinsice, arkasında bıraktığı hasarın boyutunu fark etmeye başladım. Parçalanmış ağaçlardan oluşan biçimsiz bir çembere denk geldim. Bu abidevi ağaçlar nice çağlar boyunca bu topraklarda dik durmasını bilmiş, onları kesmeye yeltenen ahmakların uyduruk baltaları demirden farksız kabuklarına çizik bile atamamıştı. Bu şey, onları sanki çalıymışçasına bir kenara itelemiş.

Böylesine güçlü bir yaratık, nasıl bu kadar kolayca ortadan kaybolabiliyor? Dahası, arkasında böylesine bariz bir yıkım izi bırakabilen bir şeyi ben nasıl olur da göremedim hâlâ? Nasıl olur da tufan gibi ortaya çıkıp, ormanın içinde sabah sisi gibi kaybolabiliyor?

Sonunda bu yaratığın önüne dikileceğim anın hayali bile heyecanlanmama yetiyor. Yıllarca kendinden söz ettirecek bir av olacak.

Açıklık bir alandan geçerken, yakınlardaki bir derenin sesini takip edip yönümü buldum. Tam orada turuncu kürkü olan bir şey gördüm; sinmiş, bekliyordu. Uzaktan gözledim onu. Dereden ufak bir balık sıçradı, yaratık balığı yakalamak için hareketlenip, akan suya neşeyle daldı. Bir yordle olduğunu sevinerek fark ettim. Üstelik avcı bir yordle!

Bu iyi bir alamet. Yaratığı bulacağım. Benden kaçmaz hiçbir şey.

Yordle'ın koca kulakları dikilip, benim olduğum tarafa doğru döndü. Elinde kemikten yapılmış bir bumerangla, dörtnala bana doğru koşmaya başladı, önüme gelince aniden durdu. Bir şeyler geveledi.

Başımı sallayarak genç yordle'a anlayış gösterip yoluma devam ettim. Geçit vermeyen arazide zorlanmadan dolanarak avıma dair bir iz arıyordum. Kokusunu almak için uğraşırken bir şeyler dikkatimi dağıttı. Tuhaf bir cıvıldama ile irkildim. Yordle takip etmişti beni. Avımı sekteye uğratmasına izin veremezdim. Yüzüne bakıp uzaklara doğru bir yeri işaret ettim. Anlamamış bir ifadeyle bakıyordu bana. Biraz daha ısrarcı olmam gerekiyordu, iyi alamet dedik ama o da bir yere kadar.

Şaha kalkıp okkalı bir kükreyiş kükredim. Rüzgârından yordle'ın kürkü uçuştu, ayaklarımızın altında yer sarsıldı. Bir iki saniye geçtikten sonra kafasını çevirdi, suratında gülümsemeye benzer bir şey vardı. Küçük bumerangını kaldırdı. Daha fazlasını çekecek sabrım kalmamıştı. Silahı elinden alıp, ustaca bir ağaca doğru fırlattım, tepeye yakın dallardan birine saplandı. O tarafa dönüp koşturmaya başladı, çılgıncasına zıplıyordu.

Daha on adım ancak atmıştım ki, arkamdan gelen bir kükremeyle tüylerim diken diken oldu. Parçalanan ağaçların ve taşların kulakları sağır eden sesi dört bir yandan yankılanıyordu. Önüme dev bir ağaç devrilerek yolumu kesti. Yordle'ın kemik silahı ağacın gövdesine saplı duruyordu.

Arkamda tarifi mümkün olmayan bir hırıltı yükselmeye başladı.

Korkunç bir hata yapmıştım.

GAREN HİKAYESİ

GAREN


Valoran'ın her yerinde Demacia ordusunun azmi ya övülür ya da nefret uyandırır; ama daima saygı görür. Demacia'nın ''sıfır hoşgörü'' şeklinde ifade edilen ahlaki düsturu hem siviller hem de askerler tarafından sıkı sıkıya uygulanır. Bu, çatışma sırasında Demacia birliklerinin hiçbir koşulda bahane üretmemesi, kaçamaması ya da teslim olmaması demek. Bu ilkeler, birliklere hareketleriyle örnek olan, rakipsiz komutanlar tarafından öğretilir. ''Demacia'nın Kudreti'' unvanını taşıyan yiğit savaşçı Garen, bu liderlerin kıyaslandığı en büyük örnek. Demacia ile ezeli düşmanı Noxus arasındaki kanlı savaşların gerçekleştiği meydanlarda binlerce büyük kahraman doğdu ve öldü. Garen, Sinsi Bıçak Katarina'yla ilk kez bu savaş meydanlarından birinde karşı karşıya geldi. Bu olaya tanık olan (ve hayatta kalan) piyadeler, ikilinin çarpışmasını, çelik silahların yarattığı senfoni eşliğinde yapılan ölümcül bir dansa benzetiyor.

Demacia ordusunun gururu ve Yılmaz Öncüler'in lideri Garen'in savaşçılık hayatı boyunca nefes nefese çıktığı ilk çatışma bu oldu. Gerçi bazı kaynaklar, bu durumun yorgunluktan başka nedenlere dayandığını iddia ediyor. Bu dedikoduların inanırlığı, Garen'in Sinsi Bıçak'la karşılaşmak için hiçbir fırsatı kaçırmaması üzerine daha da arttı. Demacia ahlakının vücut bulmuş hali olan Garen bu iddialar üzerine kafa yormadı bile; işin aslını başkalarının anlamayacağını biliyordu. Savaş meydanında kılıcına layık bir rakip bulmayı ummak bile, gerçek bir savaşçının yaşama nedenidir. Bu tanıma uyan -özellikle de bu kadar güzel ve kendisine bu kadar zıt- bir rakip, Garen'ın var oluşuna anlam katıyor.

''Bir düşmanı öldürmenin en etkili yolu, yanındaki adamı biçip geçmektir.''
-- Garen, göğüs göğüse çarpışma stratejisi üzerine.

GANGPLANK HİKAYESİ

GANGPLANK


Gangplank, Okyanus Şeytanı
“Sen daha altına pislerken, ben gırtlak kesip Noxus’un savaş kalyonlarını batırıyordum toy oğlan. Aklını başına al!”
Ne kadar acımasızsa sağı solu da bir o kadar belirsiz olan, yağmacı-talancıların tahtını kendi yapmış kralı Gangplank; Bilgewater’ı korku, şiddet ve kurnazlığın bir karışımıyla yönetimi altında tutar. Gittiği her yere peşinden ölüm ve yıkım götürür. Kötü ünü o kadar yaygındır ki, kara yelkenlerinin ucunun dahi ufukta belirmesi, en dişli tayfanın bile telaşa kapılmasına neden olur.
Oniki Deniz’in ticaret rotalarına saldırarak zenginleşmiş olan Gangplank, kendine en güçlülerinden bir sürü düşman edinmiştir. Ionia’nın Keskin Bıçaklar Tapınağı’na saldırdıktan sonra ölümcül Gölge Tarikatı’nın gazabını üstüne çektiği bilinir. Hatta Swain’in şahsi savaş gemisi ve Noxus filosunun göz bebeği olan Leviathan’ı çaldığı için Noxus Baş Komutanı’nın onu yakalatıp parça parça ettirmeye ant içtiği söylenir.
Gangplank çok kişinin öfkesine mazhar olmuşsa da, daha peşinden yollanan suikastçıların, ödül avcılarının, hatta koskoca donanmaların hiçbiri onu adaletin karşısına çıkarmaya muktedir olamamıştır. Başına konan ödüllerin sürekli arttığını gördükçe keyiflenir ve gemileri ganimetle dolup taşarak Bilgewater’a döndüğünde, aranıyor ilanlarını ödül avcılarının ilan panosuna bizzat kendisi asar.
Bu kötü şöhretine ve amansızlığına rağmen (ya da bunlardan ötürü) tayfasından mutlak sadakat bekler. Güvendiği kurmaylarından çoğu, kaptanlık yapmaya başlayıp kendi adlarına nam salmışlardır. Ancak halen Gangplank’e sadıktırlar ve yanında savaşmaya dünden razıdırlar. Bu da Gangplank’in gücüne güç katar.
Yine de, nadiren de olsa Gangplank’in iktidarına karşı gelenler çıkar. Gangplank böylesi anlara bayılır; çünkü bu sayede kılıcını kuşanıp, silahını doldurup savaşa girerek Bilgewater’ın neden sadece ve sadece kendi malı olduğunu hatırlatma fırsatı bulur.
Gangplank, kısa sure önce ödül avcısı Miss Fortune’un kurduğu karmaşık bir tuzağa yenik düştü. Gemisi bütün Bilgewater’ın gözleri önünde yok edildi, tayfası öldü ve etrafında kurduğu yenilmezlik miti ıskartaya çıktı. Gangplank’in bile alt edilebildiğini gören Bilgewater çeteleri ayaklandı ve liman şehrinin kontrolünü ele geçirmek için kendi aralarında savaşmaya başladılar.
Gangplank patlamada çok ağır yaralanmasına karşın hayatta kaldı. Vücudunda bu yaralardan pek çok iz kalan, kesilen kolunun yerine yeni bir metal kol takılan Gangplank artık eski gücüne yeniden kavuşmaya, kendi malı gördüğü her şeyi geri almaya ve ona sırt çevirenlerin hepsini acımasızca cezalandırmaya yemin etmiş durumda.
[Begin Boxed Text].
Gangplank palasını devasa Noxus’lu savaş kaptanının böğrüne saplayınca, adam baştan aşağı sarsılarak baltasını düşürdü. Dövmeli dudaklarının arasından kanlar sızarken, yakası açılmadık bir küfür savurdu.
Korsan alayla dudak bükerek kılıcını can çekişen adamın gövdesinden kurtarıp, onu yere itti. Kaptan, ağır zırhının şangırtıları arasında güverteye serildi. Kanı, savaş kalyonunun ön güvertesinde oraya buraya savrulan su birikintilerine karışmaya başladı.
Gangplank, yarısı kararmış yarısı altın kaplı dişlerini sıkarak acısını bastırmaya çalıştı; Noxus’lu onu neredeyse yenecekti. Yine de, tayfasına zayıf görünmemek için kendini zorlayarak yüzüne kötücül bir sırıtış yerleştirdi.
Rüzgârın ve yağmurun şamarlarına göğüs gererek dönüp, geri kalan Noxus’lulara baktı. Düşman kaptanını ölesiye düelloya davet etmişti. Artık o kazanmış olduğu için, Noxus’lularda savaşacak cesaret kalmamıştı.
Gangplank “Bu gemi artık benimdir,” diye öyle bir kükreyiş kükredi ki sesi şiddetli rüzgârı bile bastırdı. “Kimsenin buna edecek lafı var mı?”
Yüzünde mensubu olduğu tarikatın dövmeleri, üstünde çivili zırhlar olan devasa bir Noxus’lu savaşçı, Gangplank’e hınçla baktı.
“Bizler Noxus’un evlatlarıyız,” diye haykırdı. “Gemimizi senin gibilere teslim edeceğimize ölürüz!”
 Gangplank önce kaş çattı, sonra omuz silkti.
“Öyle olsun o zaman,” deyip arkasını döndü. Tayfasına bakıp, kötülük dolu bir gülümsemeyle “Gebertin şunları!” dedi. “Gemilerini de kül edin.”

GALİO HİKAYESİ

GALİO

"Yeni şans diye bir şey yok. Sadece kefaret var."
Sihirle ilgili düzenlemeler yapılmadan çok önce, büyücüler yapay hayat ortaya çıkarmakla ilgili deneyler yapardı. Golemlere bilinç nakletme işlemi, şimdi yasak olsa da bir zamanlar sihir sanatının büyük ustaları arasında yaygın bir uygulamaydı. Bu ustalardan biri de Demacia'lı sanatkâr Durand'dı. Bilinç sahibi varlıklar yaratmakta rakipsiz olan Durand'ın eserleri, sevgili şehir devletinin sınır kasabalarını koruyan, yorulmak bilmez muhafızlar olarak görev yapıyor; halkını, Noxus'lu komşularından koruyordu. Ama Durand, başyapıtını kendisini koruması için ayırmıştı: Galio'yu. Bir gargoylun suretinde yaratılmış bu güçlü mahluk, çıktığı yolculuklarda sanatkârın emniyette olmasını, ülkesinin düşmanlarının hedefi olma korkusu olmadan çalışmasını sağlıyordu. Bu durum; Durand'ın eseri olan bekçiler, başlarına bela oldukları Noxus Üst Komutası'nın sabrını taşırana kadar sürdü.
Durand arkasında başyapıtıyla Uluyan Sazlık'tan geçerken Noxus'lu suikastçıların tuzağına düştü. Sayı üstünlüğü karşısında çaresiz kalan Galio'nun elinden gelen tek şey, efendisini ele geçirip hızla katleden katillerin sislerin içinde kaybolmasını dehşet içinde izlemek oldu. Varoluşunun tek sebebini kaybeden Galio, ümitsizliğe gömüldü. Yıllar boyunca yapayalnız bir şekilde, korumayı başaramadığı efendisinin kemiklerinin başında bekleyerek sonu gelmez utancına dikilmiş bir abideye dönüştü.

Derken, kim bilir kaç zaman sonra şatafatlı bir Demacia tacı taşıyan üzgün ama kararlı bir yordle kızı devasa heykelin gölgesinde dinlenmek için durdu. Galio, her şeyden habersiz ziyaretçisinin görmediğini bilerek perişan haldeki yordle'ı inceledi. Kız da muazzam bir yükü omuzlamış gibi görünüyordu. Geldiği gibi sessiz ve metanetli bir şekilde Demacia'ya doğru uzaklaştı. Bu karşılaşma, Galio'nun gözlerinde bir kıvılcım çaktırdı. Efendisinin uğruna öldüğü davayı hatırlayan Galio, girdiği sessiz araftan çıktı ve bu yiğit yaratığın peşinden gitti. Artık yaşamak için yeni bir sebebi vardı: Demacia adına savaşmak.

FİZZ HİKAYESİ

FİZZ

Yüzyıllar önce, sualtında yaşayan eski mi eski bir ırk, denizdeki bir dağın altına gizli bir şehir inşa etti. Düşmanları vardı var olmasına; ama şehir geçilmez bir kaleydi. Sualtı ırkı, bu kalenin güvenli duvarları içinde rahata alıştı. Fizz'de ise böylesi rahat bir yaşam süremeyecek kadar meraklı bir ruh vardı. Tehlikenin cazibesine direnemeyen Fizz'in, bela aramak için şehirden gizlice kaçmak gibi bir alışkanlık edindi. Yaşadığı pek çok macera sayesinde, her tür tehlikeyi kolayca atlatan, yetenekli bir savaşçı haline geldi. Bir gün, Fizz geri döndüğünde şehri terk edilmiş buldu; halkı, Fizz'e nereye gittiklerini açıklayacak herhangi bir ipucu bırakmadan ortadan kaybolmuştu. Artık onu şehirde tutacak hiçbir şey kalmamıştı; Fizz, yıkıntıların arasında büyülü bir zıpkın buldu ve bir başına yola koyuldu.

Küçükken yaşadığı serüvenler sayesinde kazandığı yetenekleri kullanıp hayatta kalarak, okyanusu yıllar boyunca karış karış dolaştı. Nihayet, Bilgewater Limanı'nı keşfetti. Suyun üzerinde de bir hayatın olduğunu öğrenmek onu büyülemişti; kendine hakim olamayarak adayı keşfe çıktı. Fizz, sınır tanımaz bir merak duygusuyla, sonunda istemeden bölge sakinlerinin işlerine burnunu sokup, varlığını belli etti. Yaramazlığıyla kızdırdığı ve onu yakalamak ya da öldürmek isteyen pek çok kişinin hedefi oldu. Köşeye sıkıştığını hissediyordu; Bilgewater'a beslemeye başladığı sevgiye rağmen denize dönmekten başka çaresi yoktu. O rıhtımda dururken, devasa bir ejder-köpekbalığının limana saldırdığını gördü. Fizz, becerikliliği ve yaratığın zaafları hakkındaki bilgisiyle canavarı alt etti. İnsanların takdirini ve saygısını kazanan Fizz, Bilgewater'da kalmaya karar verdi. Yeni evine daha iyi hizmet etmek için League of Legends'a (Efsaneler Ligi) katıldı.

''Dövüş söz konusu oldu mu Bilgewater'ın en tecrübeli denizcileri bile Fizz'in yanında sarhoş muhallebi çocukları gibi kalır. İyi ki bizim tarafımızda.''
-- Miss Fortune, Ödül Avcısı.

FİORA HİKAYESİ

FİORA

Fiora, Büyük Düellocu
''Seni öldürmek bir onur meselesi. Sende onurun zerresi bile yok ama yine de öleceksin.''
Valoran'ın en korkulan silahşoru olan Fiora; mavi çelikten kılıcının hızı kadar, acımasızlığı ve keskin zekâsıyla da tanınır. Demacia Krallığı'ndan Laurent Ailesi'nin üyesi olan Fiora, neredeyse sonlarını getiren bir skandalın ardından kontrolü babasının elinden alıp ailenin başına geçti. Laurent Ailesi'nin itibarı iki paralık olmuştu ama Fiora ailesinin şerefini ve Demacia'nın büyük aileleri arasında hak ettiği yeri geri kazanmasını sağlamak için bütün gücüyle mücadele etmeye ant içti.
Fiora, omuzlarına yüklenen bütün beklentilere kafa tutmaya daha küçücük yaştayken başlamıştı. Annesi Fiora için Demacia'nın en usta zanaatkârlarına canlıdan farksız bebekler yaptırıp duruyordu. Fiora ise bu bebekleri nedimelerine veriyordu. Sonunda kılıcını kaptığı ağabeyini, kendisine gizlice ders vermeye zorladı. Fiora'nın babası, özel terzileri üstlerinde çalışıp muhteşem elbiseler yapsın diye bir sürü cansız manken almıştı. Fiora bunları kullanarak hamle ve karşı hamlelerine çalışmaya koyuldu.
Fiora oldu olası Demacia'nın asil değerlerinin vücut bulmuş hali gibiydi. Hep kusursuzluğun peşinde koşuyor, hem kendi şerefine hem de ailesinin ideallerine leke sürmemeye gayret ediyordu. Laurent Ailesi'nin en küçük kızı olarak, etkili ailelerin ittifak oyunlarında gelin verilip siyasi bir piyon olmak kaderi gibi görünüyordu. Oysa biricik babasınınki bile olsa, başkasının iradesine boyun eğmek; mizacı gereği Fiora'ya sadece utanç hissettiriyordu. Fiora'nın bütün itirazlarına rağmen, sırf siyasi çıkar uğruna Crownguard Ailesi'nin alt kollarından birine gelin gitmesi için anlaşıldı ve düğünün yazın yapılması kararlaştırıldı.
Davete icabet eden Demacia'nın köklü aileleri, düğüne katılmak üzere temsilcilerini göndermişti bile ama Fiora çaresizce boyun eğmek yerine, kaderine meydan okumaya karar verdi. Toplanan kalabalığın huzuruna çıkıp kaderinin kontrolünü başkasına vererek utanca boğulmaktansa ölmeyi yeğleyeceğini ilan etti. Müstakbel eşi herkesin gözleri önünde rezil rüsva olmuştu ve adamın ailesi, Fiora'nın bu skandal hakaretini temizlemek için ölümüne bir düello talep etti.
Fiora anında ileri atıldı, ancak düelloyu kabul etmek Laurent Ailesi'nin reisi olarak babasının vazifesiydi. Crownguard Ailesi'nin cengâveri gerçekten ölümcül bir savaşçıydı ve Fiora'nın babasının yenilmesi neredeyse kaçınılmazdı. Öte yandan mağlubiyet, Laurent Ailesi'nin çöküşü ve kızının utanç içinde sürgün edilmesi anlamına gelecekti. Fiora'nın böylesine zorlu bir seçimle karşı karşıya kalan babası, ailesini yıllarca sıkıntıdan sıkıntıya sürükleyecek bir karar verdi. O gece, hareketlerini yavaşlatacak bir karışımla rakibini zehirlemeye çalıştı; gel gör ki girişimi ifşa oldu ve Laurent Ailesi'nin Reisi tutuklandı.
Demacia hukuku, sertliği ve kimsenin gözünün yaşına bakmamasıyla nam salmıştı. Adalet anlayışında açık kapı bırakmak diye bir şey yoktu ve Fiora'nın babası en temel şeref ilkesini çiğnemişti. Cümle alemin gözleri önünde darağacına çıkıp adi bir suçlu gibi asılacak ve bütün ailesi Demacia'dan sürgün edilecekti. İnfazının arifesinde, Fiora babasının zindandaki hücresini ziyaret etti ama aralarında ne olup bittiği sadece Fiora'nın bildiği bir sır olarak kaldı.
Demacia'da kadim ve unutulmaya yüz tutmuş bir töre vardı. Buna göre, akrabaları tarafından aile şerefine leke sürülenler, bu lekeyi kanla temizleyerek bir bakıma ölüm cezası anlamına gelen sürgünden kurtulabiliyordu. Başka çareleri kalmadığını anlayan baba ile kızı, Kılıç Konağı'nın duvarları arasında birbirinin karşısına dikildi. Basit bir infazla adalet yerini bulamazdı; Fiora ve babası, güçlerinin son damlasına kadar mücadele etmeye mecburdu. Mücadelelerinde öylesine seri, öylesine zarif bir kılıç dansı ortaya koydular ki, tanık olanlar gördüklerini ömürlerinin sonuna kadar unutamayacaktı. Fiora'nın babası kendince iyi bir silahşordu ama kızının eline su bile dökemezdi. Kılıçlarının her çarpışmasında adeta birbirlerine veda ediyorlardı; ama sonunda Fiora gözlerini dolduran yaşları yüreğine akıtarak kılıcını babasının kalbine sapladı ve ailesinin Demacia'daki yerini güvenceye aldı. Babasının cansız bedeninin ayaklarının dibine boylu boyunca uzanmasıyla; Fiora, ağabeylerini şaşkınlık içinde bırakarak, Laurent Ailesi'nin reisi oluvermişti.
Laurent Ailesi'nin şerefi nispeten kurtulmuştu kurtulmasına; ama skandallar öyle hemen unutulan şeyler değildi. Sonraki yıllarda, Fiora gençlik ateşiyle hata yapma lüksünün olmadığını öğrendi ve ailesine önderlik ederken ne kadar sağduyulu olduğunu ispatladı. Yüreklere korku salan bir kılıç ve pazarlık ustasına dönüştü; kendine has netliği ve zalimlik derecesindeki dobralığıyla, her meseleyi kökünden kestirip atıyordu. Hâlâ ailenin şerefine sürülen lekeden bahsedip bir kadının kendine asil bir ailenin reisi demesinin nasıl bir rezillik olduğundan dert yananlar olsa da, bu sözler yabancı kulakların işitemeyeceği meclislerde dillendiriliyor. Zira böyle söylentiler kulağına geldiği zaman, Fiora bu dedikoducuların karşısına dikilip kılıçla adalet talep etmekte hiç gecikmiyor. Ama bu durumlarda bile kurnazlığını konuşturmayı biliyor; rakiplerine, adaletin kan dökülmeden yerini bulabileceği bir yol sunmaktan geri kalmıyor. Lakin şu güne kadar ne tekliflerini kabul eden biri görüldü, ne de Fiora'yla yaptığı düellodan sağ çıkan.
Laurent Ailesi servetine servet katarken, Fiora'nın talipleri kapısında sıra olmaktan geri kalmasa da şimdiye kadar kendisine layık biri çıkmış değil. Birçokları Fiora'nın evlenmeden, dilediğini yapmaya devam edebilmek için bütün taliplerini geçmesi imkansız sınavlara tabi tuttuğundan şüphe ediyor; zira, evlenen kadınların iktidarı eşlerine bırakması Demacia'da gelenekten sayılıyor.
Oysa Fiora ömründe hiçbir şeyi geleneklere göre yapmış değil.


Fiora'nın öldüreceği adamın adı Umberto'ydu. Adamın kendine çok güvendiği her halinden belliydi. Fiora onu başka dört adamla konuşurken izledi; ona öyle çok benziyorlardı ki ancak kardeşleri olabilirlerdi. Beşinin de kibirden yanlarına varılmıyordu; sanki meydan okumasına karşılık vererek Kılıç Konağı'na gelmeleri bile asaletlerine leke sürmüş gibi davranıyorlardı.
Söken şafakla birlikte, ışık huzmeler halinde pencerelerden süzülüyor ve solgun mermerler, sona eren bir ömrü görmek üzere toplananların yansımalarıyla titreşiyordu. Salonun kenarları iki ailenin toplanan üyeleri, dalkavuklar, meraklılar ve dökülen kana susamış tekinsiz tiplerle adeta mahşer yerine dönmüştü.
''Hanımım,'' dedi en büyük ağabeyinin küçüğü Ammdar. Uzattığı orta uzunluktaki mavi çelik kılıcın üzerinde, ışık yağ gibi kayıp gidiyordu. ''Bundan emin misiniz?''
''Elbette,'' oldu Fiora'nın cevabı. ''Umberto'yla palavracı kardeşlerinin pazar yerinde yaydığı söylentileri duymadın mı?''
''Duydum,'' diyerek onayladı Ammdar. ''Ama bu ölmesine değer mi?''
''Bir tek palavracıya bile pabuç bırakırsam, diğerleri de istedikleri kadar dedikodu yapabilecekleri sonucuna varır,'' dedi Fiora.
Bunun üzerine Ammdar başıyla onaylayıp geri çekildi. ''O zaman yapmanız gereken neyse onu yapın.''
Fiora öne çıkıp omuzlarını çevirdi ve kılıcıyla iki defa havayı kesti. Bu, düellonun başlamak üzere olduğunun işaretiydi. Umberto dönerken kardeşlerinden biri onu dirseğiyle yandan dürttü. Bunun üzerine, Umberto'nun kendisini uzun uzadıya incelediğini ve boynunun altında daha fazla dolaşan bakışlarını fark eden Fiora'nın öfkeden kan beynine sıçradı. Umberto silahını çekti. Güzeller güzeli kıvrık Demacia süvari kılıcının altından bir balçağı vardı ve kabzasına eklenmiş bir safir dikkat çekiyordu. Tam bir pozcu silahıydı ve düelloya hiç ama hiç uygun değildi.
Umberto başlangıç noktasına geçti ve Fiora'nın kılıçla yaptığı hareketleri tekrarladı. Sonra da önünde eğilip hınzırca göz kırptı. Fiora dişlerini sıkıyordu ama memnuniyetsizliğini bastırmayı başardı. Düellolarda duyguya yer yoktu. Duygular kılıç oyunlarına gölge düşürürdü ve nice üstün silahşorun daha zayıf rakiplere kurban gitmesine sebep oldukları sır değildi.
İki rakip birbirlerini tartarak dönmeye başladı; geleneksel ayak ve kılıç oyunlarıyla, valsin ilk notalarındaki dans eşlerini andırıyorlardı. Bu hareketlerin amacı, iki düellocunun da birazdan girişecekleri işin ehemmiyetinin farkında olmalarını sağlamaktı.
Düello gelenekleri önemliydi. Bu geleneklerin hepsi, medeni insanlardaki ''asil ölüm'' yanılsamasının devamlılığını sağlamak için tasarlanmıştı. Fiora bunların iyi kurallar, adil kurallar olduğunu biliyordu ama bu, karşısında duran adamı katletmek üzere olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Fiora bu kurallara inandığı için de teklifini öne sürmek zorundaydı.
''Beyefendi, ben Laurent Ailesi'nden Fiora,'' dedi.
''O lafları mezar taşını yapan adama sakla,'' diye çıkıştı Umberto.
Fiora rakibinin çocuksu kışkırtma girişimine aldırmadan ''Soyumun meşruiyetine dair melun yalanlar yaymak suretiyle, Laurent Ailesi'nin asil ismine haksız yere ve müsamaha gösterilemeyecek kadar ahlaksızca leke sürdüğünüz kulağıma çalındı,'' dedi. ''Bu sebeple ailemin adını kanınızla temizlemek üzere sizi düelloya davet etmek hakkımdır.''
''Biliyorum herhalde,'' dedi Umberto seyircilere oynayarak. ''Yoksa burada olmazdım, değil mi?''
''Buradan cesediniz çıkacak,'' diye söz verdi Fiora. ''Ancak beni tatmin edecek şekilde, dövüşmeden suçunuzun bedelini ödemeyi seçerseniz başka.''
''Hanımıma bu tatmini nasıl sağlayabilirim peki?'' diye sordu Umberto.
''Suçunuzun niteliği düşünülürse, sağ kulağınızın başınızdan ayrılmasına razı olmalısınız.''
''Ne? Delirdin mi sen, kadın?''
''Ya kabul edersiniz ya da sizi öldürürüm,'' dedi Fiora sanki havadan sudan sohbet ediyorlarmışçasına. ''Bu düellonun nasıl sonuçlanacağını biliyorsunuz. Pes etmek itibarınızı zedelemez.''
Umberto ''Tabii ki zedeler,'' deyince Fiora, rakibinin hâlâ kazanabileceğini zannettiğini anladı. Başka herkes gibi, bu adam da onu hafife almıştı.
''Burada kılıçtaki hünerimi bilmeyen yok. O yüzden, yaranızı bir şeref nişanı olarak taşıyarak yaşamayı seçmenizi öneririm. Aksi halde katledilecek ve daha öğlen olmadan kargalara yem olacaksınız.''
Fiora kılıcını kaldırdı. ''Artık seçiminizi yapın.''
Küstahlık olarak algıladığı bu sözlere öfkesi, korkusuna baskın gelen Umberto; kılıcını Fiora'nın kalbine doğrultup ileri atıldı. Fiora saldırıyı, daha başlamadan okumuştu ve soluna çeyrek tur dönerek kıvrık kılıcın boşa savrulup havayı kesmesini sağladı. Ardından, kendi kılıcı önce havalandı, sonra da hiç tereddüt etmeden çaprazlamasına indi. Zemini ıslatan kanın sesi ve düellonun bir anda bitmesi, hayretler içinde kalan seyircilerin nefesini kesmişti.
Fiora dönerken; salon, Umberto'nun granit taşlara düşen kılıcının sesiyle çınlıyordu. Umberto önce dizlerinin üstüne çöktü, ardından ellerini kanın çağlayan gibi fışkırdığı kesik boğazında kenetledi ve yığılıp kaldı.
Fiora eğilip Umberto'ya selam verdi ama gözlerindeki ışık çoktan solmaya başlayan Umberto, yaklaşan ölümden başka bir şey göremiyordu. Fiora bu şekilde can almaktan hiç hazzetmiyordu ama sersem adam ona başka çare bırakmamıştı. Umberto'nun kardeşleri yerdeki cesedi kaldırmak için öne çıktığında, kardeşlerinin yenildiğine inanamadıkları gözlerinden okunuyordu.
''Kaç etti?'' diye sordu, kılıcını almak için yaklaşan Ammdar. ''On beş mi? Yirmi mi?''
''Otuz,'' dedi Fiora. ''Belki de daha fazla. Artık ayırt edemiyorum.''
''Dahası da olacak,'' diye söz verdi ağabeyi.
''Olacaksa olsun,'' dedi Fiora cevaben. ''Ama her ölüm ailemizin şerefini onarıyor. Her ölüm, diyetinin ödeneceği günü yaklaştırıyor.''
''Kimin diyetinin?'' diye sordu Ammdar.
Ama Fiora cevap vermedi.

Fiddlesticks HİKAYESİ

Fiddlesticks


Fiddlesticks neredeyse 20 yıldır, Savaş Enstitüsü'nün en doğusundaki ayin odasında yalnız başına durmaktaydı. Tozla kaplı evinin küf kokulu karanlığını, sadece zümrüt rengi alevlerle yanan doğa üstü bakışları delip geçiyordu. Kıyametin Habercisi sessiz nöbetini işte orada tutuyor. Zıvanadan çıkmış gücün hikâyesi, tüm sihirdarların ibret almaları gereken bir öyküdür. Onlarca yıl önce, Zaun'dan gelen, Istvaan adında güçlü bir rün büyücüsü vardı. Beşinci Rün Savaşı'nın sonunda, Lig'in ilk sihirdarlarından biri oldu. Büyünün eski yöntemlerine fena halde esir olan Istvaan, Lig'de uygulanan kuralların günbegün daha da dışına çıktı. Son karşılaşmasında, yaptıkları boyunu aştı. Kendini en doğudaki ayin odasına kilitledikten sonra en yasaklı ayini, boyutlararası bir çağırma ayinini gerçekleştirmeye başladı.

O odanın içinde ne olduğu halen bilinmiyor. O gün Sihirdar Vadisi'ne, Zaun'u temsil etmek için hiçbir şampiyon gelmedi. Odanın kapısı tekrar tekrar çalındığında, sadece sessizlik yankılandı. İçeri giren ilk çırak, dünya dışı bir tırpanla biçildi. Onu takip edip de hayatta kalabilen birkaç kişi korkudan delirerek, kargalar ve ölüm hakkında zırvalayan insan artıkları haline geldiler. Istvaan'ın bile kontrol edemediği kötülükten korkan Lig, yok edemedikleri şeyi hapsedebileceklerini umarak odanın tüm çıkışlarını mühürledi. Yıllar geçti ama ince siluet, içeri girecek kadar aptal olanları öldürmek dışında hiç kımıldamadı. Odayı geri almanın çaresini bulamayan Konsey, onun yerine Fiddlesticks'e bir görev buldu: cellat. Canlanmasına ve Adalet Meydanlarının kurallarına görünüşte uymasına rağmen, odasında neyi beklediği bilinmiyor. Hareketsiz yüzü herhangi bir ipucu vermiyor ve tırpanı, karşısında duran herkesin üzerine inmek için hazır bekliyor.

”Korkunun kendisinden başka korkacağınız şey yok” diyenler henüz kargaları hissetmemişlerdir.

EZREAL HİKAYESİ

EZREAL

Runeterra'nın en ücra ve terk edilmiş yörelerini dahi gezmiş olan bu genç ve atılgan maceracı, Antik Shurima'nın kumlar altına gömülü kalıntılarına yaptığı bir inceleme gezisi esnasında inanılmaz büyü gücüne sahip bir muska keşfetti. Büyük ihtimalle Yükseliş'e ermişlerden biri tarafından yapılmış olan bu koskoca muska, yine de Ezreal'ın koluna sanki ısmarlama yapılmış gibi oturdu ve Ezreal'ın zaten varolan ham büyü gücünü o kadar arttırdı ki, genç adam artık bir kahraman olarak tanınıyor. Bu ünü kendisini epey utandırıyor doğrusu!

EVELYNN HİKAYESİ

EVELYNN

Eli çabuk ve her saldırısı ölümcül olan Evelynn, Runeterra'nın en ölümcül (ve pahalı!) suikastçılarından biridir. İstediği zaman gölgelere karışabilme yeteneği sayesinde, avlarını sabırla takip edip saldırmak için doğru anı bekler. Evelynn'in pek de öyle insan olmadığı bellidir ama soyunun kimlere ya da nelere dayandığı bilinmez. Yine de, Gölge Adalar'dan geldiği tahmin edilir. Fakat bu kasvetli, tehlikeli ülkeyle ne bağı olduğu da gizemini korumaktadır.

ELİSE HİKAYESİ

ELİSE

Elise'in büyüleyici güzelliği ve zarafetinin arkasında; ölümcül bir yırtıcının merhametsiz kalbi saklıdır. Acımasız kurnazlığı ve örümcek tanrının lütfunun vaatleriyle, saf avlarını kendisine çeker. İnsanlığını feda ederek çok daha ürkünç bir yaratığa dönüşmüş olan Elise, gücünü ve görünüşe göre sonsuz gençliğini muhafaza etmek için masumları kurban eder. Ağına kaç kişinin takıldığını, doymaz açlığını gidermek için kaç kişinin canını aldığını kimse bilmez.

EKKO HİKAYESİ

EKKO

Zaun'un tekinsiz sokaklarından gelen yaman delikanlı Ekko, zamana istediği gibi müdahale ederek her türlü durumu lehine çeviriyor. Kendi icadı olan Zaman Kapsülü'nü kullanarak gerçekliğin sonsuz ihtimallerinde keşfe çıkan Ekko, çok boyutlu olasılıklarla deneyler yapmıyorsa Zaun'un öteki kayıp çocuklarıyla beraber haytalık yaparak geçiriyor günlerini. Özgürlüğüne hayli düşkün olan Ekko, dostlarının başı dara girdi mi onları korumak için her türlü zorluğa göğüs germeye hazırdır. Onu tanımayanlar, Ekko'nun her defasında imkansızı çocuk oyuncağı gibi başarmasını büyük bir hayranlık ve merak içinde izliyor.

DRAVEN HİKAYESİ

DRAVEN

Kardeşi Darius'un aksine, savaşta zafer kazanmak Draven'a hiç yetmedi. Tanınmak, övülmek ve şan istiyordu. Bunları önce Noxus ordusunda aradı; ama gösterişe olan merakı hiç hoşgörülmedi. ''Draven''ı dünyaya duyurmanın bir yolunu ararken, dikkati hapishane sistemine yöneldi. Orada can sıkıcı idamları seyirlik eğlencelere dönüştürerek arzuladığı şöhrete ulaştı.

Draven, ilk idamında, ölüme mahkum edilmiş tutsağa koşup canını kurtarmasını emrederek izleyenleri şaşırttı. Adam kaçarak gözden kaybolmaya fırsat bulamadan, Draven baltasını kusursuz bir şekilde fırlatıp onu yere serdi. Çok geçmeden, Draven'in idamları, mahkumların yaşamak için son bir şansa tutunduğu ölüm gösterilerine dönüştü. Bu imtihanları kişisel sahnesi olarak kullandı ve idamları önde gelen bir eğlence türüne dönüştürdü. Çaresiz mahkumlar düşe kalka ondan kaçmaya çalışırken, seyircileri çılgınca coşturdu. Hiçbir mahkum başarılı olamadı. Noxus cellatlarının ağırbaşlı, siyah üniformalarını reddeden Draven, parlak renkli giysiler giydi ve tanınmak için kendine has, şatafatlı hareketler icat etti. İnsanlar Draven'ın yaptıklarını izlemeye koştukça, gösterisinin ünü hızla yayıldı. Gördüğü rağbet büyüdükçe, zaten şişmiş olan egosu da büyüdü. İlgi odağı olmak doğasında vardı. Çok geçmeden, hırsının boyutları Noxus'un sınırlarını aştı. Draven'ın görkemli maceralarının tüm dünyaya sergilenmesi gerektiğine karar verdi.

''Çıtayı o gün nereye yükselttiysem, 'en iyisi' odur.''
-- Draven

DR.MUNDO

DR.MUNDO

"Zaun'un delisinden sakının. Onun gözünde zaten ölüsünüz."
Artık Dr. Mundo olarak tanınan adamın, vicdan namına hiçbir şeyi olmadan doğduğu söylenir. Bunun yerine, deneylerle acı vermeye yönelik dindirilemez bir arzuya sahipti. Beş yaşına geldiğinde Mundo'nun büyüdüğü Zaun mahallesindeki evcil hayvanların çoğu kaybolmuştu. Ergenlik çağına geldiğinde ailesi kayıplara karışmıştı. Doktorluk yapma iznini yasal olarak aldığında Zaun yetkilileri tarafından otuz sekiz ayrı cinayet suçlamasından beraat ettirilmişti; delil yetersizliği, kovuşturmayı imkânsız hale getiriyordu.
Dr. Mundo yarı seri katil, yarı deli bilimadamı haline geldi; tabii yaptığı kasaplığın bilim sayılıp sayılmayacağı tartışılır. Bununla beraber, insan beyninin ve vücudunun acıya verdiği tepkilerin saptanmasında muazzam gelişmeler kaydetti; hatta en dayanılmaz durumlarda bile acıyı bastırabilmeyi başardı. Ayrıca kimyasal yöntemlerle insan beyninin en ilkel bölgelerine girdi ve saldırganlık yoluyla adrenalini arttırarak vicdanı ve hayatta kalma dürtüsünü köreltmenin yollarını öğrendi. Kısacası Dr. Mundo ömrü boyunca bilimle takviye edilmiş mükemmel seri katili nasıl yaratacağını araştırdı ve bu başarısı Noxus'un dikkatinden kaçmadı. İmparatorluk, Dr. Mundo'nun hırsından çok etkilendi ve iki ülke arasında ilişki adımları atmak için onun hırsından faydalanmaya karar verdi.

Dr. Mundo deneylerine halen devam ediyor. Biçimi bozulmuş vücudu ve kendine özgü... konuşma tarzından anlaşılacağı üzere kendini bile denek olarak kullanıyor. Noxus Yüksek Komutası'nın, boş zamanlarında büyük tutkusuna eğilmesi için istediği her izni verdiği de dedikodular arasında.

DİANA

DİANA

''Ben Ay'ın ruhunda akan ışığım.''

Diana, elindeki hilâl şeklindeki Ay bıçağıyla, Targon Dağı ve civarında yasaklanmış bir inanç olan Lunari'nin savaşçısı olarak mücadele ediyor. Karın, soğuk kış geceleri aldığı renkteki ışıl ışıl zırhıyla adeta gümüş Ay'ın gücünün vücut bulmuş hâli. Targon'un bulutları delip geçen zirvesinin ötesinden bir Suret'in özüyle bütünleşen Diana, artık tam anlamıyla insan değil ve bu dünyadaki gücüyle amacını ilahi düzeylere çıkarmak için çabalıyor.

DARİUS

DARİUS

Noxus ordusunun, savaşta bilenmiş en korkulu savaşçısı olan Darius'tan daha yüce bir sembolü yoktur. Genç yaşta yetim kalan Darius, kendisini ve küçük kardeşini yaşatmak için mücadele etmek zorunda kaldı. Orduya katıldığında kıdemli bir askerin gücünü ve disiplinini çoktan kazanmıştı. Darius'un azmi ilk defa Demacia'ya karşı yapılan, Noxus güçlerinin bitkin ve sayıca az olarak kaldığı çetrefilli bir savaşta sınandı. Darius'un yüzbaşısı askerlerine geri çekilmelerini emretti ama Darius böyle bir korkaklığı kabul etmeyi reddetti. Ordu düzenini bozan Darius, uzun adımlarla yüzbaşıya doğru ilerledi ve devasa baltasıyla kafasını gövdesinden ayırdı. Hem korkan hem de ondan ilham alan askerler Darius'la beraber savaşa girdiler ve akıl almaz bir güç ve coşkuyla çarpıştılar. Uzun ve zorlu bir savaşın sonunda galip geldiler.

Bu zaferden hız alan Darius, artık kendisine ölümüne sadık olan askerlerinin başında Demacia'ya karşı yıkıcı bir sefere çıktı. Savaş alanında gücünü kanıtladıktan sonra, gözlerini memleketine dikti. Aç gözlü ve ilgisiz soyluların ulusun gücünü emdiği, zayıf bir Noxus'la karşılaştı. Ülkesine şanını yeniden kazandırmak isteyen Darius, Noxus'un yönetimini yeniden şekillendirmeyi kendine görev bildi. Zayıf, kukla yöneticileri birer birer tespit etti ve onları makamlarından kanlı bir şekilde aldı. Pek çok kişi, Darius'un bu temizliği iktidara gelmek için yaptığını sandı; ama onun taht planı başkaydı. Darius, Jericho Swain'in yükselişini büyük bir ilgiyle izliyordu. Swain'de Noxus'u zafere taşıyacak zekâya ve kararlılığa sahip bir lider gördü. Usta strateji uzmanıyla güçlerini birleştiren Darius, ulusu gerçek Noxus gücü hayalinin arkasında birleştirmek için çalışıyor.

''Birleşmiş bir Noxus, dünyayı kontrol edebilir ve bunu hak eder.''
-- Darius

CORKİ

CORKİ


Heimerdinger ve yordle yoldaşları Piltover'a göç ettiklerinde, bilimi bir yaşam biçimi olarak benimsediler ve anında, tekmaturji çevrelerinde çığır açan bazı yenilikler yaptılar. Yordle'lar boylarının kısalığını çalışkanlıklarıyla telafi eder. Gözüpek Bombacı Corki, bu unvanı yaptıkları yeniliklerden biri olan ve Bandle Şehri Keşif Birliklerinin (BŞKB) omurgası haline gelen hava saldırı aracı, Zırhlı Arama ve Avcı Aracı-XD'yi test ederken kazandı. Filosu Çığırtkan Yılanlarla beraber Valoran'ın üzerinde süzülerek aşağıdaki manzarayı inceler ve yerdeki izleyicileri, yaptığı hava akrobasisi hareketleriyle büyüler.

Corki, ateş altında gösterdiği serin kanlılıkla, çılgınlık derecesine varan cesaretiyle Çığırtkan Yılanların en meşhuru olmayı hak ediyor. Lig'den önce, birkaç uzun görevde bulundu. Çoğunlukla; gerek istihbarat toplanması, gerekse çatışma alanlarına mesajlar gönderilmesi için düşman hattının arkasına geçmeyi gerektiren görevler için gönüllü oldu. Sanki tehlikeyle besleniyor ve sabahları güzel bir it dalaşı yapmaktan aldığı keyfi başka hiçbir şeyden almıyordu. Corki iyi bir pilot olmasının ötesinde, kopterinde çeşitli modifikasyonlar da yapmış, onu bazılarının çatışmadan çok gösterişe yaradığını iddia ettiği bir dolu silahla donatmıştı. Lig'in kuruluşunu da içeren antlaşma sonucu sıcak çatışmalar kesildiğinde, Corki emekliliğe zorlandı. Bunun “motorunu tahrip edip kanatlarını kırdığını” hissediyordu. Uçuş akrobasisiyle ve kanyon koşularıyla idare etmeye çalıştı; ama havaya yayılan canlandırıcı barut kokusu yokken, hiçbir şeyden aynı tadı almıyordu. Heimerdinger, League of Legends'a (Efsaneler Ligi) katıldığında, Corki'nin de yiğitliğini dünyanın en iyilerine karşı sınamak için onun peşinden gelmesi hiç şaşırtıcı olmadı.

Onun adı Corki - gökten gelen ölüm!

CHO'GATH

Cho'Gath

Dünyalar arasında, boyutlar arasında bir yer var. Bazıları burayı Dışarısı olarak bilir, bazılarıysa Bilinmezlik olarak. Gerçekten bilenler ise buraya Hiçlik der. Hiçlik, adının aksine hiçbir şeyin olmadığı bir yer değil; ağza alınamayacak şeylerin, insan aklına sığmayacak korkuların yuvasıdır. Cho'Gath, işte bu Hiçlik'ten doğmuş bir yaratık. Gerçek doğası o kadar korkunçtur ki kimileri adını bile anmaz. Türdeşleri, Runeterra'da kendilerine has bir korku cenneti yaratmak için boyutları ayıran duvarları eşeleyerek bir çatlak, bu dünyaya açılan bir yol arıyorlardı. Bu yaratıklara, Hiçlik'ten Doğanlar denir. O kadar eski ve korkunçlardır ki tarihten tümüyle silinmişlerdir. Hiçlik'ten Doğanların, başka dünyalarda ağza alınmayacak korkunçlukta yaratıklardan oluşan muazzam ordulara komuta ettiği, bir zamanlar Runeterra'dan artık tarihin karanlıklarına gömülmüş, kuvvetli sihirlerle sürüldükleri rivayet edilir.

Bu hikâyeler doğruysa, o zaman hemen arkasından gelen, Hiçlik'ten Doğanların bir gün geri döneceği söylentilerinin de doğru olması gerekir. Şimdi bile, Icathia'da, Cho'Gath'ın varlığını mümkün kılan çağırma ayinlerini çarpıtan karanlık bir güç var. Bu, kin ve şiddetten meydana gelmiş yabancı bir varlık, en gözüpek kahramanlardan başka herkesin korkuyla sinmesine yol açan bir yaratık. Cho'Gath sanki kendi vahşetinden beslenmekte, tıka basa doyarken büyüyüp şişmekte. Daha da kötüsü, zeki... Çoğu kişiyi, böyle bir canavar nasıl kontrol altında tutulur diye kara kara düşündürecek kadar zeki. Neyse ki Lig sihirdarlarının gücü Cho'Gath'ın varlığını, League of Legends (Efsaneler Ligi) ile sınırladı. Sihirdarlar, Cho'Gath'ın Hiçlik'ten Doğanlara has yeteneklerini, Runeterra'nın kaderini belirlemek için kullanıyor. Hiçlik'in Dehşeti, ufacık bir fırsat verilse Runeterra için nasıl bir kader seçeceğini biliyor.

Cho'Gath'ın Lig'den bıkacağı güne eyvahlar olsun.

CASSİOPEİA

Cassiopeia

Cassiopeia; yarı insan yarı yılan biçiminde, tek bir bakışıyla bile ölüm saçabilen, dehşet verici bir yaratık. Noxus'un en nüfuzlu ailelerinden birinin en küçük kızı olan Cassiopeia, bir zamanlar taş kalpleri bile tatlı dili ve güzelliği ile yumuşatabilen, kurnaz ve fettan bir kadındı. Antik bir Shurima mezar muhafızının zehrine maruz kalarak şimdiki haline dönüştü. Hala Noxus'un çıkarlarına hizmet ediyor ama artık doğrudan sorunun... kalbine yönelerek çalışıyor.

CAİTLYN

Caitlyn

'Durma, kaç. Sana birkaç dakikalık avans vereceğim.''
Piltover'ın İlerleme Şehri olarak anılmasının bir nedeni de, suç oranının inanılmaz derecede düşük olmasıdır. Gerçi durum her zaman böyle değildi; özellikle tekmaturji araştırmaları için gereken değerli kaynakları ithal eden şehir, her türden haydut ve hırsız için ideal bir hedef oluşturuyordu. Hatta bazılarına göre, Piltover Şerifi Caitlyn olmasaydı şehir çoktan organize suçun esiri olmuştu.
Hextech araştırmalarında çığır açan, zengin bir devlet adamının kızı olarak doğan Caitlyn, henüz 14 yaşındayken babasının eve dönerken saldırıya uğrayıp soyulması üzerine, araştırmaya karşı sahip olduğu doğal yeteneğin farkına vardı. O gece babasının tüfeğiyle gizlice evden çıktı ve suç mahalinden iz sürerek hırsızlara ulaşmayı başardı. Ailesi başlangıçta onu bu tehlikeli hobiden uzaklaştırmak için ellerinden geleni yaptı; ancak genç kız uslanmak bilmiyordu. Kızını korumak isteyen annesi, bildiği tek yöntemi uyguladı ve Caitlyn'i, hafiyelik ihtiyaçlarına uygun olarak hazırlanmış tekmaturji ürünü cihazlarla donattı.

Caitlyn kısa sürede büyük ün kazandı; bunda Piltover'daki suçu tek başına yok etmesinin yanı sıra, kısa süre sonra filizlenen büyüleyici güzelliğinin de payı büyüktü. Hiçbir dava gözünü korkutmadı, hiçbir zorluk onu yıldırmadı. Şehir devletindeki en keskin nişancılardan biriydi. Kısa süre sonra Demacia, büyük soygunlar yapan gizemli bir kanun kaçağının yakalanması için Caitlyn'den yardım istedi.
Her suç mahaline süslü bir 'C' harfi yazılı bir kart bırakan bu haydut, Caitlyn'in baş düşmanı haline geldi. Caitlyn hâlâ bu soyguncunun peşinde. Bu takip, güzel şerifi Valoran'ın her köşesine götürdü. Caitlyn yolculuklarında bir yandan yeteneklerini geliştirmenin yollarını ararken bir yandan da elinden kaçmayı beceren tek avın izini bulmasını sağlayacak nüfuzu kazanmaya çalışıyor.

BRAUM

BRAUM

''Sana bir masal anlatayım ister misin?''

''Ben masal dinleyecek kadar küçük değilim ki Nine.''

''Olur mu hiç? Güzel bir hikâyeye kim hayır diyebilir?''

Kız biraz istemeyerek de olsa yatağına girip beklemeye başladı, bu savaşı kazanamayacağının farkındaydı. Dışarıda uğultular eşliğinde acı acı esen rüzgâr, düşen karları kırbaç misali savuruyordu.

''Ne anlatayım, Buz Cadısı olur mu dersin?'' diye sordu ninesi.

''Hayır, onu istemiyorum.''

''Braum hakkında bir şey olsa?'' Bir süre hâkim olan sessizliğin ardından yaşlı kadın gülümsedi. ''O kadar çok var ki. Benim ninem hep anlatırdı bana Braum'un köyümüzü koca ejderhadan nasıl kurtardığını! Yahut bir keresinde, çok çok eskiden, nehir olmuş akan lavların içinden nasıl geçtiğini. Bir de –'' Duraksadı, parmağını dudaklarının üzerine götürdü. ''Braum'un kalkanını nereden bulduğunu anlatmış mıydım sana?''

Kız başını hayır anlamında salladı. Ocakta çıtırtılar eşliğinde yanan ateş, dışarıda uğuldayan rüzgârı uzak tutuyordu.

''Bizim köyün yukarısındaki dağlarda, efendime söyleyeyim, Braum adında bir adam yaşardı –''

''Orasını biliyorum!''

''Vaktinin çoğunu çiftliğinde geçirir, koyunlarına ve keçilerine bakardı, ama nasıl dünya tatlısı bir adam, onun gibisi görülmemiştir. Yüzünde hep bir tebessüm, dudaklarında daima bir kahkaha.

Neyse, günlerden bir gün korkunç bir şey olmuş: senin yaşlarında küçük bir trol oğlan o dağa tırmanıyormuş ve dağın yamacına inşa edilmiş bir mezara denk gelmiş. Mezarın girişinde, ortasında bir parça Gerçek Buz olan kocaman, taştan bir kapı varmış. Kapıyı açtığında gözlerine inanamamış: mezarın içi altınla, mücevherlerle doluymuş. Aklına gelecek ne kadar hazine varsa hepsi oradaymış!

Tabi bunun bir tuzak olduğunu bilmiyormuş. Meğerse Buz Cadısı o mezarı lanetlemiş. Trol oğlanın içeri girmesiyle de büyülü kapının DAN diye arkasından kapanması bir olmuş! Ne denese nafile, açamamış kilitli kapıyı.

Derken, oradan geçen bir çoban duymuş çığlıklarını. Konu komşu yardıma koşmuş ama savaşçıların en kudretlisi bile o kapıyı açamamış. Oğlanın anasıyla babası da oracıkta bekliyormuş. Anasının feryatları dağın dört bir yanında yankılanmış ama ne çare?

Tam o esnada uzaklardan gelen bir kahkaha, duyan herkesi şaşkına çevirmiş.''

''Braum'dan geliyordu, değil mi?''

''Aferin sana! Braum kopan kıyameti duymuş, dağın yamacından aşağı koşturarak inmeye başlamış. Köylüler içeride kısılıp kalan trol oğlanı ve laneti anlatmış. Braum gülümsemiş, başıyla onaylayıp mezara dönmüş ve kapının karşısına geçmiş. İtmediği mi kalmış, çekmediği mi kalmış? Vurmuş, tekmelemiş, menteşelerinden sökmeye bile kalkmış. Kapıda tık yok.''

''Nasıl olur ama, o dünyanın en güçlü adamı değil mi?''

''Ne kadar tuhaf değil mi?'' Ninesi de hemfikirdi. ''Dört gün dört gece boyunca bir kayaya oturup nasıl kurtarırım onu diye çare aramış Braum. Ne de olsa bir çocuğun hayatı söz konusuymuş.

''Ardından beşinci günün sabahında, tam da güneş doğarken gözleri fal taşı gibi açılmış, sevinçten ağzı kulaklarında. ''Kapının içinden geçemiyorsam,'' demiş, ''o zaman ben de –''

Kız, kocaman gözlerle ninesinin cümlesini tamamladı. ''dağın içinden geçerim!''

''Aynen öyle demiş. Braum dağın tepesine çıkıp, yere doğru yumruklarını sallamaya başlamış. Elleri kazma kürek gibi bir aşağı bir yukarı inip kalkıyor, ardı sıra taşlar uçuşuyormuş, ta ki dağın içine girip gözden kaybolana kadar.

Köylüler nefeslerini tutmuş beklerken kapının etrafındaki kayalar ufalanmış. Kalkan toz toprak dinince Braum'u görmüşler, hazinenin ortasında duruyormuş. Bitap düşmüş ama kurtarıldığı için mutlu olan trol oğlan da kollarındaymış.

''Biliyordum kurtaracağını!''

''Lakin, daha kutlamaya fırsat bulamadan yeri göğü bir sarsıntı almış: Braum'un açtığı tünel dağın zirvesini yerinden oynatmış meğerse, o da göçmeye başlamasın mı! Hemencecik orada aklını çalıştırıp, büyülü kapıyı kaptığı gibi bir kalkanmışçasına kaldırmış, siper etmiş çöken dağa karşı. Gürültü patırtı geçtikten sonra Braum kapıya bakmış, bir de ne görsün? Tek bir çizik bile yok üstünde! O kapının çok özel bir şey olduğunu anlamış.

O gün bugündür o büyülü kalkan Braum'un yanından eksik olmamış.''

Yatağın üstünde doğrulmuş oturan kız heyecanını saklamaya çalışıyordu. Ninesi bekledi. Aldırış etmeyip ayaklanır gibi oldu.

''Nine,'' diye seslenerek onu durdurdu kız, ''bir tane daha anlatabilir misin?''

''Yarın anlatırım.'' diyerek gülümsedi ninesi, eğilip kızı alnından öptü ve üfleyerek mumu söndürdü. ''Çünkü senin uyuman lazım ve daha anlatacak bir sürü masalımız var.''

BRAND

BRAND

Lokfar diye bilinen uzak bir diyarda, Kegan Rodhe adında denizci bir haydut yaşardı. Meslektaşları gibi, Kegan da dostlarıyla birlikte engin denize açılır ve yollarına çıkacak kadar talihsiz olanların malını mülkünü çalardı. Kimilerine göre bir canavardı; kimilerine göre ise sadece bir insan... Bir gece kutup denizinde yol alırken, ıssız buzullar üzerinde dans eden tuhaf ışıklar gördü. Büyüleyici bir etkiye sahip olan bu ışıklar, ateşin pervaneleri çektiği gibi, denizcileri kendine çekti. Issız buzullara çıkan denizciler, kadim rünlerle kaplı bir mağaraya rastladı. Rünlerin anlamını çözemiyorlardı ama bu, Kegan'ı durdurmadı ve denizci, önden giderek mağaraya girdi. Gördüğü şey, buzdan bir kafesin içerisinde, havada dans eden bir alev sütunuydu. Böyle bir şeyin, hele hele böyle bir yerde yanıyor olması olanaksızdı. Gel gelelim, alevin hareketi, izleyenleri bir sirenin şarkısı gibi büyülüyor, cezbediyor ve esir ediyordu. Diğerleri geride dururken, Kegan, yaklaşıp elini ateşe uzatmaktan kendini alıkoyamadı...

Kegan Rodhe'un hatırladığı son şey bu; çünkü bedeni artık Brand'e ait. Brand, çok eski zamanlardan kalma, belki de Rün Savaşları'nda hayatını kaybetmiş bir yaratık. Eski yazıtlarda adı İntikam Ateşi olarak geçiyor. Tamamen nefret ateşinden oluşan bu yaratığın varlığının tek amacı, insanların ve yordle'ların dünyasını kül etmek. Hiç kimse Brand'in Valoran'a giden yolu nasıl bulduğunu bilmiyor; ama geldiği gibi katliama başladı. Demacian güçleri tarafından alt edilen Brand'in önüne bir seçenek sunuldu: Lig'in sınırları içinde dövüş ya da öl. Doğal olarak, yıkıcı güçlerini Lig'de kullanmaya karar verdi... şimdilik.

''Burası yanacak; uçuşan küllerle ya da rüzgârın nefesiyle değil, benim intikamımla.''
--Brand

BLİTZCRANK

Blitzcrank

Zaun, hem sihrin hem de bilimin ters gittiği bir yerdir. Deneylerin kontrolsüz doğası, şehri epey hırpalamıştır. Ancak Zaun'un hoşgörülü kısıtlamaları, şehrin araştırmacılarına ve mucitlerine, bilimin sınırlarını ister iyi ister kötü sonuçlarla daha hızlı zorlayabilmeleri için epey esneklik tanıyor.
İşte bu koşullar altında Zaun'daki Tekmaturji Üniversitesi'nden bir grup doktora öğrencisi, akıllı buharlı otomasyon alanında bir atılım yaptı. Yapıtları, yani buharlı golem Blitzcrank, Zaun'un, koşulların genellikle insan gözetmenlere uygun olmadığı zehirli atık arıtım işinde, anında kararlar vererek yardımcı olması için geliştirilmişti. Ancak kısa zamanda beklenmedik davranışlar sergilemeye başladı.

Zaman içinde bilim adamları, golemin bir öğrenme süreci sergilediğini tespit etti ve Blitzcrank bir anda şöhrete kavuştu. Ama maalesef sık sık görüldüğü üzere, golemin yaratılmasının övüncünü üstlenen başka biri oldu; Stanwick Pididly adında bir profesör. Fakat çoğu kişi artık gerçeği biliyor. Bundan sonra çıkan yasal şamatanın ardından, gerçekte iki tarafın da golemin iyiliğini gözetmediği ortaya çıktı ve Blitzcrank alçakgönüllülükle özgürlüğünü talep etti.
Halkın ezici desteğiyle beraber Blitzcrank'in tamamen bağımsız, bilinçli bir varlık olduğunu ilan etmek, özgürlükçü Zaun Meclisi'nin sadece birkaç haftasını aldı. Anlaşmazlıklardan rahatsız olan ve eşsiz bir varlık olarak kendisine uygun bir yer bulunmadığını hisseden golem, Zaun'dan ayrıldı. Şimdilerde ise günün birinde yuva diyebileceği bir yer bulma umuduyla Valoran diyarlarını arşınlıyor.

Yoluna çıkacak herhangi bir şeyi tepeleyebilen Blitzcrank, çelik kabuğunu çevreleyen demir iskeletinin içinde aslında altın bir kalp taşıyor.

BARD

BARD


Bard, fanilerin aklının ve hayalinin alamayacağı alemlerde gezinip durur. Valoran'lı nice büyük alim, bu gizemli seyyahın hikmetini anlamaya ömürlerini adadı. Valoran tarihi boyunca bu esrarengiz ruha pek çok isim layık görüldü. Kozmik Berduş ve Gizemli Koruyucu gibi isimler, Bard'ın gerçek gayesini yansıtmada pek yeterli olmuyor ne yazık ki. Evrenin sırrına varılamaz yapısı tehlikeye düştüğünde, Bard vesayeti altında olanları kaçınılmaz sondan saptırır

AZİR

AZİR

Kumlardan Doğan
Azir altın döşeli İmparatorluk Yolu’nda yürüdü. Shurima’nın ilk hükümdarları olan atalarının devasa heykelleri, onun ilerleyişini seyrediyordu.
Şafak sökmeden hemen önceki yumuşak, loş ışık şehrini kapladı. Yukarıda hâlâ etrafı aydınlatan en parlak yıldızlar, doğan güneşle birlikte yakında kaybolacaktı. Gece göğü Azir’in hatırladığı gibi değildi; takımyıldızların konumları değişmişti. Binyıl geride kalmıştı.
Azir’in ağır hüküm asasının her adımda çıkardığı ses, yalnızlığı anlatan bir melodinin tek notası gibi başkentin boş sokaklarında yankılanıyordu.
Bu yolda son yürüdüğünde, arkasındaki on bin seçkin savaşçının uygun adım yürüyüşü ve halkın tezahüratı şehri inletmişti. Bu, onun en şanlı günü olacaktı, ancak bu şan ondan çalınmıştı.
Şimdi ise bir hayalet şehre bakıyordu. Halkına ne olmuştu?
Azir, imparatorlara yakışır bir hareketle yolun kenarındaki kumlara yükselmelerini ve canlı heykellere dönüşmelerini emretti. Bu, geçmişe dair bir görüntü, Shurima’nın anılarının vücut bulmasıydı adeta.
Kumdan heykeller ileri baktı; başları, yarım fersah ötedeki Yükseliş Platformu’nun üzerinde asılı duran devasa Güneş Kursu’na dönmüştü. Güneş Kursu, Azir’in imparatorluğunun şanını ve kuvvetini ilan edercesine duruyordu; ama onu görecek kimse kalmamıştı. Azir’i uyandıran ve onun soyundan gelen Shurima’nın kızı gitmişti. Kızın çölde bir yerlerde olduğunu hissetti. Birbirlerine kan bağıyla bağlanmışlardı.
Azir İmparatorluk Yolu’nda ilerlerken, halkının kumdan hatıraları Güneş Kursu’nu işaret etti; yüzlerindeki neşeli ifadenin yerini korku almıştı. Ağızları sessiz bir çığlıkla açıldı. Dönüp kaçmaya, tökezleyip düşmeye başladılar. Azir hepsini ümitsiz bir sessizlik içinde izledi, halkının son anlarına çaresizce bir kez daha tanık oldu.
Görünmeyen bir enerji dalgasıyla yok oldular, toza dönüştüler ve rüzgâra kapılıp savruldular. Yükseliş töreninde ters giden ve tüm bu felakete yol açan şey neydi?
Azir dikkatini topladı. Daha kararlı adımlar atmaya başladı. Yükseliş Merdiveni’ne ulaştı ve basamakları beşer beşer çıkmaya başladı.
Sadece en güvendiği askerleri, ruhban sınıfı üyeleri ve kraliyet soyundan gelenler merdivene ayak basabilirdi. Bu ayrıcalığa sahip kişilerin kumdan suretleri yolun iki yanına dizilmişti. Rüzgârda savrulmadan önce, yüzlerinde acı ve sessiz bir yakarışla yukarı baktılar.
Koşmaya başladı; basamakları hızla çıkarken pençeleri taş zemine saplanıyor, çentikler açıyordu. Kumdan figürler, o koşarken iki yanında yükselip, ardından tekrar dağılıyorlardı.
Basamakların tepesine ulaştı. Burada, son seyircileri gördü: en yakın yardımcıları, akıl hocaları, yüksek rahipler. Ailesi.
Dizlerinin üzerine çöktü. Tüm detaylarıyla mükemmel bir şekilde kumdan vücut bulmuş ailesi, içini acıtırcasına tam karşısındaydı. Karnında bebeğiyle karısı; hemen yanında annesinin elini tutmuş, utangaç kızı. Dimdik ayakta duran, yakında çocukluktan erkekliğe geçecek olan oğlu.
Azir, dehşet içinde suratlarının değiştiğini gördü. Olacakları bilse de, bakışlarını kaçıramadı. Kızı, yüzünü annesinin elbisesinin eteğine gömerken; oğlu, meydan okuyan bir haykırışla kılıcına uzandı. Karısınınsa gözleri, hissettiği çaresizlik ve üzüntü ile irileşmişti.
Görünmez felaket, onları yok oluşa sürükledi.
Buna katlanmak çok güçtü, ama Azir’in gözleri ıslanmadı. Yükseliş’e ermiş hali, etraftaki hüzünlü tabloyu sonsuza dek dağıttı. Kalbi buruk, kendini ayağa kalkmaya zorladı. Soyu hayatta kalmıştı, emindi bundan. Ama nasıl?
Onu bekleyen son bir hatıra daha vardı.
İlerledi, Platform’a bir basamak kala durdu ve kumların tekrar canlandırdığı o sahneyi yeniden izledi.
Kolları iki yana doğru açılmış, beli arkaya savrulmuş ölümlü bedeninin, Güneş Kursu’nun altında havaya yükselişini gördü. Bu anı hatırlıyordu. Güç, vücudunun içinden akarak geçmiş, benliğini kuşatarak onu ilahi kuvveti ile doldurmuştu.
Kumlar, yeni bir şekle büründü. Güvenilir kölesi, büyücüsü Xerath’tı bu.
Dostunun dudaklarından, sessiz bir kelime döküldü. Azir, tıpkı camdanmış gibi paramparça oluşunu, bedeninin kum zerreleri halinde etrafa saçılışını seyretti.
“Xerath” dedi Azir, fısıltıyla.
Hainin suratında anlaşılamaz bir ifade vardı; ama Azir’in görebildiği tek şey, bir katilin yüzüydü.
Bu nefrete ne sebep olmuştu? Azir bunu daha önce hiç fark etmemişti.
Xerath’ın kumdan sureti, Güneş Kursu’nun ona odaklanan enerjisi ile havada yükselmeye başladı. Yüksek muhafızlardan oluşan bir grup ona doğru atılsa da, çok geç kalmışlardı.
Acımasız bir kum dalgası etrafı sarıp sarmaladı ve Shurima’nın son anlarını dağıtarak etrafa savurdu. Azir, geçmişinin giderek soluklaşan hatırasının ortasında, tek başına durdu.
Halkını öldüren buydu demek.
Arkasını döndü, tepesindeki Güneş Kursu’nun üzerine, yeni söken şafağın ilk ışıkları vuruyordu. Göreceğini görmüştü. Dönüşmüş Xerath’ın kumdan bedeni, ardında dağılıp yok oldu.
Doğan güneş, Azir’in kusursuz, altın zırhı üzerinde etrafı kör eden bir ışıltıyla parladı. O anda, hainin hâlâ hayatta olduğunu anladı. Büyücü’nün özünü, etrafındaki havada hissedebiliyordu.
Elinin tek hareketiyle, Yükseliş Merdiveni’nin başladığı yerde seçkin savaşçılarından oluşan kumdan bir ordu yükseldi.
“Xerath” dedi, öfke dolu bir sesle. “İşlediğin suçlar, cezasız kalmayacak.”

Aurelion Sol

Aurelion Sol

Yıldızların Hâkimi, Aurelion Sol
''Korku. Hayranlık. İtaat. Bu tepkilere alıştım artık.''
Aurelion Sol, bir zamanlar kozmosun engin boşluğunu kendi eseri olan gökyüzü harikalarıyla donatmasıyla tanınır. Şimdilerdeyse muhteşem gücü, kendisini kandırıp köleleştiren uzay kâşifi bir imparatorluğun boyunduruğunda. Yıldızları işlediği günlere dönme hasretiyle yanıp tutuşan Aurelion Sol, özgürlüğünü yeniden kazanmak için gerekirse gökteki yıldızları bile yeryüzüne indirmekten çekinmez.
Kuyruklu yıldızlar genellikle büyük değişimlerin ya da huzursuzluklarla dolu günlerin alâmeti olarak yorumlanır. Bu alevler içinde gelen habercilerin ışığında yeni imparatorlukların yükseldiği, kadim medeniyetlerin çöktüğü; hatta göründükleri dönemlerde yıldızların bile gökten düşebileceği rivayet edilir. Bu teoriler çok daha tuhaf bir gerçeğin sadece görünen tarafıdır oysa. Aslında kuyruklu yıldızların ışıltısı, akıl sır ermez güce sahip bir kozmik varlığı gizlemeye yarar.
Aurelion Sol adıyla tanınan varlık, uzay tozlarının birleşip dünyalar ortaya çıkardığı ilk zamanlarda bile kadim bir varlıktı. Her şeyin meydana geldiği o ilk anda doğan Aurelion Sol; hayal bile edilemeyecek boyutlardaki bu tuvali, kendisi için muazzam bir mutluluk ve gurur kaynağı olan ışıltılarla doldurmak için engin boşluğu arşınlamaya başladı.
Kozmik ejderhalar nadir görülen varlıklardır; bu nedenle de Aurelion Sol emsalleriyle çok az karşılaştı. Gün geçtikçe daha fazla yaşam biçimi ortaya çıkıp kâinatı doldurdukça, Aurelion Sol'un göklerdeki eserlerine hayret ve merakla bakan ilkel gözlerin sayısı arttı. Sayısız dünyadan bu kadar hayranının olmasıyla gururu okşanan Aurelion Sol, bu varlıkların yeni filizlenen medeniyetlerini izlemekten büyük keyif alır oldu; yıldızlarının tabiatı hakkında komik ve sadece kendilerini temel alan felsefeler ortaya koyuyorlardı.
Layık gördüğü pek az ırktan biriyle daha derin bağlar kurmayı arzulayan kozmik ejderha, varlığıyla onurlandırmak için türlerin en hırslısını seçti. Seçilen bu bir avuç varlık, kâinatın sırlarına vakıf olmaya çalışıyordu ve çoktan kendi gezegenlerinin ötesine uzanmayı başarmıştı. Yıldızların Hâkimi'nin minicik gezegenlerine inip varlığını Targon'lulara ilan ettiği gün hakkında nice mısra yazılmıştır. Gök kubbeyi yoğun bir kasırgayla kaplayan yıldızlar, döne döne görenlerin hem gözlerinin kamaşmasına hem de dehşete kapılmalarına neden olan, devasa bir biçim almıştı. Yaratığın bedeninde pırıl pırıl kozmik mucizeler yüzüyordu. İradesiyle yepyeni yıldızlar ışıldıyor, takım yıldızlar düzenlerini değiştiriyordu. Işık dolu gücüne doğal olarak hayran kalan Targon'lular, ejderhaya Aurelion Sol adını verdi ve ona hürmetlerini temsil eden bir hediye sundu: Yıldız taşlarıyla bezeli, ihtişamlı bir taç. Bu hediyeyi çok beğenen ejderha, tacı hiç düşünmeden taktı. Yine de Aurelion Sol çok geçmeden can sıkıntısına yenik düştü ve uzayın bereketli enginliğindeki uğraşlarına döndü. Gelgelelim ziyaret ettiği minik dünyadan uzaklaştıkça ruhuna daha fazla işleyen bir sıkıntı hissetti; sanki bir güç onu yolundan saptırıyor, başka bir yere çekiyordu! Kozmik enginliğin öbür ucundan haykırıp emirler yağdıran sesler geliyordu kulağına. Anlaşılan aldığı hediye, aslında hediye falan değildi.
Hiddete kapılan Aurelion Sol, kendisine hükmetmeye kalkan dürtülere direndi ve bağlarını güç kullanarak koparmaya çalıştı; ancak yeni efendilerine yönelik her saldırısına karşılık yıldızlarından birinin gök kubbeden ilelebet silinip gittiğini fark etmesi uzun sürmedi. Aurelion Sol artık muazzam bir büyünün boyunduruğu altındaydı ve bu büyü yüzünden güçlerini sadece Targon'un çıkarına kullanmaktan başka çaresi yoktu. Evrenin derinliklerinde, kâinatın temel taşlarını yerle bir etmeye çalışan menfur canavarlara karşı mücadele etti. Bazılarını zamanın başlangıcından beri tanıdığı başka kozmik varlıklarla dövüştü. Bin yıl boyunca Targon'un savaşlarını yürüttü, egemenliğine yönelik bütün tehditleri alaşağı etti ve Targon'luların yıldızlara uzanan bir imparatorluk kurmalarına yardımcı oldu. Oysa bütün bu vazifeler Aurelion Sol'un olağanüstü yeteneklerine hakaretti; ne de olsa o, kâinata ışık getirendi! Neden bu aşağılık yaratıklara boyun eğmek zorundaydı?
Geçmişteki ihtişamlı eserleri bakımsız kalan gök kubbeden yavaş yavaş silinip giderken, Aurelion Sol bundan böyle asla yeni ışıldamaya başlamış bir yıldızın sıcaklığını hissedemeyeceğini kabullendi. Sonra kendisini bağlayan inatçı güçte bir zayıflama hissetti. Tacından gelen sesler daha az duyulmaya, çelişkiye düşmeye, birbiriyle çatışmaya başladı; bazıları da tastamam suskunluğa gömülüyordu. İdrak edemediği bilinmez bir karmaşa, kendisini boyunduruk altına alanların dengesini bozmuştu. Çözülüyorlardı ve dikkatleri dağılmıştı. O zaman kozmik ejderhanın yüreğinde bir umut ışığı belirdi.
Sonunda özgürlüğüne kavuşma ihtimalinin kışkırtıcı cazibesine dayanamayan Aurelion Sol, böylece her şeyin başladığı dünyaya döndü: Runeterra'ya. Denge nihayet burada onun lehine değişecek. Böylece yıldızların dört bir yanındaki nice medeniyet, Aurelion Sol'un başkaldırısını seyredip bir kez daha kudretine şahit olacak. Kozmik ejderhaların gücünü kendi çıkarları için çalmaya heves edenlerin akıbetini görmeyen kalmayacak.

ASHE

ASHE

Ashe, çok eski çağlarda büyülü buzdan yapılmış yayından attığı her okla, usta bir okçu olduğunu kanıtlar. Her hedefi dikkatle seçip doğru anı bekler, sonra isabetli ve kuvveti bir saldırı yapar. Bu açık görüşten ve odaklanma yeteneğinden, ona Freljord'u birleştirip güçlü bir ulus haline getirme amacını gerçekleştirmekte de yararlanıyor.

Ashe küçükken tam bir hayalciydi. Atalarının devasa, terk edilmiş kalelerine hayranlıkla bakar; ateş başında Freljord'lu kahramanların masallara yaraşır hikâyelerini dinleyerek saatler geçirirdi. En çok da; bir zamanlar birleşmiş ve görkemli olan Freljord'un ünlü kraliçesi Avarosa'nın efsanesini severdi. Annesi onu boş hayaller kurduğu için azarlasa da, Ashe bir gün tundra'nın savaşçı ve geçimsiz kabilelerini birleştirmeye yemin etmişti. Halkı yeniden bir araya gelse, eski görkemli günlerine döneceklerini içinin derinliklerinde hissediyordu.

Ashe daha 15 yaşındaydı; annesi gözükara bir akını yönetirken öldü. Aniden kendini lider rolünde bulan genç kız; zor bir karar vererek, intikam almak yerine çocukluk hayallerinin peşine düşmeyi seçti. Kabilesinin kana kan isteğine şiddetle karşı çıkarak; artık kan davası gütme zamanının bittiğini, kalıcı barışı getirmeye aracılık etmek gerektiğini açıkladı. Savaşçılarından bazıları yönetmeye uygun olmadığını düşündükleri genç liderlerine hain bir suikast düzenlediler.

Suikastçılar, Ashe bir gün her zamanki gibi avdayken saldıracaktı. Ancak, koca bir atmacanın uyarı çığlığı işlerini bozdu. Ashe arkasına bakınca, kılıçlarını çekmiş savaşçıları gördü. Sayıca üstün olan suikastçılardan saatlerce kaçtı. Kovalamaca sırasında silahını kaybetti. Sonunda kendisini, haritası bile çıkarılmamış bölgelerin derinliklerinde buldu. Atmacanın çığlığını yine duyunca, bu yaratığa tuhaf bir güven duyarak peşine düştü ve bir açıklığa çıktı. Kuş burada bir taş yığınına konmuştu. Yığın, çok eski bir Freljord mezar höyüğüydü. Atmaca ona bir kere daha bakıp havalandı. Ashe höyüğe yaklaştıkça nefesinin donduğunu; doğaüstü bir soğukla iliklerine kadar donduğunu hissetti. Höyüğün tepesindeki taşa tek bir rün kazınmıştı: Avarosa.

Suikastçılar Ashe'in peşinden açıklığa çıktı. Ashe kendini korumak için rünlü taşı yığından aldığında, altında bir şey gördü: Buzdan oyulmuş süslü bir yay. Yayı kavradığında, parmaklarının üstü buz tuttu. Acıdan çığlık atsa da, yayı bulunduğu yerden çıkardı. Büyülü silahın içindeki soğuk Ashe'e aktı ve içinde yıllardır yaşamış olan çok büyük bir gücü uyandırdı.

Ashe dönüp suikastçılarla yüzleşti. Yayı çekerken, içgüdüsel olarak; soğuk ve kuru havanın buzdan oklara dönüşmesini diledi. Buzdan oklarla açtığı tek bir yaylım ateşiyle, saldırıyı sona erdirdi. Höyük taşını dikkatle yerleştirerek Avarosa'ya hediyesi için teşekkür edip evine döndü. Ashe'in kabilesi, okçunun elindeki efsanevi silahı hemen tanıdı ve eski çağların Freljord kraliçesinin bir hediyesi olduğunu anladı.

Elinde Avarosa'nın yayıyla barış hayalinin peşine düşen Ashe'in kabilesi, kısa sürede kalabalıklaşıp Freljord'un en büyük kabilesi oldu. Artık Avarosalılar olarak tanınan kabile, birleşmiş bir Freljord'un yeniden görkemli bir ulus olacağına inanıyor.

''Tek kabile, tek halk, tek Freljord.''
-- Ashe

ANNİE

ANNİE

Noxus’ta ezelden beri Noxus Üst Komutası tarafından yapılan kötülükleri benimsemeyenler vardı. Üst Komuta, kendini hükümdar ilan eden Prens Rachallion'ın darbe girişimini henüz bastırmıştı ve yeni hükümete muhalefet eden herkesin tepesine binmek üzereydi. Boz Yoldaşlar olarak bilinen, siyasi ve toplumsal olarak dışlanmış kimselerden oluşan birlik, kara büyü sanatlarını öğrenirken komşularını rahat bırakma fikrindeydi. Bu dışlanmış toplumun lideri evli bir çiftti; Boz Sihirbaz Gregori Hastur ve karısı Gölge Cadısı Amoline. Birlikte büyücülerin ve aydınların Noxus'tan göçüne öncülük ettiler, takipçileriyle Büyük Duvar'ın ötesinde bulunan acımasız Vudu Diyarı'na ulaşıp, oraya yerleştiler. Bazen hayatta kalmak güçleşse de Boz Yoldaşların kurduğu koloni, çoğu kimsenin hayatta kalamayacağı vahşi topraklarda gelişip güçlendi.

Göçten yıllar sonra, Gregori ve Amoline'in bir çocuğu oldu: Annie. Annie'nin ailesi, kızlarında özel bir şeyler olduğunu daha baştan anlamıştı. Annie iki yaşındayken, koloninin civarındaki taşlaşmış ormanların yırtıcı sakinlerinden olan bir gölge ayısını, mucize kabilinden bir beceriyle etkisi altına aldı. Ayısı “Tibbers” o günden beri onunla. Annie, çoğu zaman Tibbers'ı büyüyle oyuncak ayı şeklinde tutarak yanında taşıyor. Annie'nin soyu ve doğduğu yer, bu küçük kıza muazzam bir büyü gücü veriyor.

ANİVİA

ANİVİA

Freljord'un en eski koruyucularından biri olan Anivia, en soğuk kış ikliminin ve buz büyüsünün vücut bulmuş hali. Diyarın tüm gücüne ve gazabına hükmeden bu varlık, kar fırtınası ve sert rüzgârı kontrol ederek memleketini savunuyor. Bu iyiliksever ama esrarengiz yaratık; hayatının, ölümünün ve yeniden doğuşunun her anında Freljord'a göz kulak olmakla görevli.

Hiç erimeyen buz tabakası gibi, Anivia da Freljord'un değişmez bir parçası. Ölümlüler bu donmuş topraklara ayak basmadan çok önce bile o buradaydı; burada sayısız ömür yaşadı, bir o kadar da öldü. Ebedi döngüsünün başlangıcı ve bitişi; öfkeli fırtınaların dinişinden, buz devirlerinin gelişine ve gidişine kadar pek çok büyük değişimin habercisi oldu hep. Derler ki buz ankası öldüğünde, bir devir kapanır; tekrar doğduğunda ise, yeni bir çağ başlar.

Anivia'nın geçmiş yaşamları hafızasından silinmiş olsa da, o amacının farkında: Freljord'u ne pahasına olursa olsun korumak.

AMUMU

AMUMU

''Ölülerden bile daha yalnız olmak mümkün.''

Shurima'lı yalnız ve melankolik Amumu, bir arkadaş bulabilmek ümidiyle dünyayı karış karış dolaşıyor. Etkisi altında olduğu kadim lanet yüzünden dokunduğu, sevdiği her şeyin felaketi olduğundan, sonsuza dek yapayalnız kalmaya mahkûm. Onu gördüğünü iddia edenler ufak yapılı, yosun rengi, sargılarla kaplı Amumu'yu yaşayan bir cesede benzetiyor. Amumu, nesiller boyu anlatılan ya da dile getirilmeyen pek çok efsaneye konu olmuş; öyle ki, artık ona dair neyin gerçek neyin yalan olduğunu ayırt etmek imkansız bir hâl almış durumda.

ALİSTAR

ALİSTAR

Büyük Duvar'ın Minotor kabilelerinden çıkmış en güçlü savaşçılardan biri olan Alistar, kabilesini Valoran'ın pek çok tehlikesinden korudu; ta ki Noxus ordusu gelene kadar. Alistar, General Boram Darkwill'in oğlu ve Noxus keşif ordularının komutanı Keiran Darkwill'in entrikaları sonucunda köyünden ayrılmak zorunda kaldı. Geri döndüğünde köyünü alevler içinde buldu; ailesi ise katledilmişti. Öfkeyle böğürerek, Noxus'un en seçkin askerlerinden oluşan koca bir alaya saldırarak yüzlercesini katletti. Sadece Noxus'un en yetenekli sihirdarlarının müdahalesi, Alistar'ın öfkesini dizginleyebildi. Zincirlerle Noxus'a getirilen Alistar, gladyatör arenası Fleshing'de Noxus'un ileri gelenlerinin eğlencesi için bitmek bilmez dövüşlere girerek yıllar geçirdi.

Alistar'ın bir zamanlar asil olan ruhu yavaş yavaş lekelenmeye başladı. Ayelia adlı hizmetçi kızın arkadaşlığı olmasaydı, Alistar deliliğe çoktan teslim olurdu. Ayelia'nın iyilikleri bununla sınırlı değildi; genç kız Alistar'ın kaçmasına da yardım etti. Özgür kalan Alistar, bir gün Noxus'tan intikam almayı ve umutlarını yeniden yeşerten kızı bulmayı umarak, yeni kurulan League of Legends'a (Efsaneler Ligi) bir şampiyon olarak katıldı. Başlarda şampiyonluğun getirdiği popülerliği istemese de, daha sonra şöhretin getirdiği gücün farkına varan Alistar, Noxus tarafından ezilenlerin sesi haline geldi. Hatta Noxus ordusunun gizli kalmasını istediği bazı gerçekleri de su yüzüne çıkartarak Noxus soylularının nefretini kazandı. Alistar'ın yardımsever davranışlarıyla kazandığı çeşitli ödüller, League of Legends'a getirdiği hiddet ve yıkıma ilginç bir tezat oluşturdu.

Bir sihirdar olarak boğayı boynuzlarından yakalamaya niyetliysen, Alistar'ın bu konuda söyleyeceği birkaç şey olabilir.

AKALİ

AKALİ

Ionia Adaları'nda kendini dengeyi korumaya adamış kadim bir tarikat var. Düzen, karmaşa, ışık, karanlık; kâinatın yaradılışı gereği, her şey mükemmel bir uyum içinde olmalı. Kinkou adıyla bilinen bu tarikat, dünya üzerinde amaçlarını gerçekleştirmeleri için üç gölge savaşçısını görevlendirdi. Bu gölge savaşçılarından biri olan Akali, Ağacın Budanması adı verilen kutsal görevi üstlenmiştir: Valoran'ın dengesini tehlikeye atanları ortadan kaldırmak.

Umut vaat eden bir dövüş sanatları ustası olan Akali, yumruk yapmayı öğrendiği andan itibaren annesinden eğitim almaya başladı. Annesi, tek ilkeye dayalı, amansız ve affetmez bir disipline sahipti: ''Yapılması gerekeni yaparız.'' On dört yaşında Kinkou tarafından tarikata alındığında, Akali kalın bir zinciri bir el darbesiyle kırabiliyordu. Hiç şüphe yoktu; Gölgenin Yumruğu unvanını annesinden devralacaktı. Gölgenin Yumruğu olarak yaptıkları, bazılarına ahlaki açıdan tartışılır gelse de, Akali'ye göre hepsi annesinin şaşmaz öğretilerinin doğrultusunda yapılmıştı. Akali şimdi Valoran'ın dengesini sağlamak için arkadaşları Shen ve Kennen'le birlikte çalışıyor.Bu kutsal amacın, üçlüyü Adalet Meydanlarına götürmesi hiç de şaşılacak bir şey değil.

''Gölgenin Yumruğu, ölümün örtüsünün ardından saldırır. Dengeyi engellemeye çalışma.''

AHRİ

AHRİ

Güney Ionia Ormanları'nda dolaşan diğer tilkilerin aksine, Ahri etrafındaki büyülü dünyaya karşı tuhaf bir bağlantı hissediyordu; her nedense bir şeylerin eksik kaldığı bir bağlantı... İçten içe, dünyaya geldiği halinin kendisine uymadığını düşünüyor, bir gün insan olmanın hayalini kuruyordu. Bu dileğine ulaşması mümkün görünmüyordu; ta ki insanlar arasındaki bir savaşın sonuçlarını görene dek... Karşılaştığı manzara tüyler ürperticiydi; toprak, yaralı ve can çekişen askerlerle kaplıydı. İçlerinden birine doğru çekildiğini hissetti: Giderek zayıflayan bir sihir alanı ile çevrelenmiş, can vermek üzere olan, cübbeli bir adam. Ahri adama yaklaştı, içinde bir şeylerin harekete geçtiğini ve adama anlam veremediği bir şekilde ulaştığını hissetti. Adamın yaşam enerjisi, görünmez sihirli kanallardan geçerek Ahri'nin içine aktı. Bu, oldukça yoğun ve baş döndürücü bir histi. Sarhoşluğu geçtiğinde, değiştiğini fark etti. Çok sevindi. Şık beyaz kürkü dökülmüş, vücudu uzun ve kıvrak bir görünüm almıştı; etrafındaki insanlarınkine benzer bir görünüm...

Ancak, insan şekline bürünmesine rağmen, geçirdiği dönüşümün tamamlanmadığının farkındaydı. Kurnaz bir yaratık olan Ahri, insanların adetlerine uyum sağladı ve muhteşem cazibesini, hiçbir şeyden haberi olmayan erkekleri kendine çekmek için kullandı. Baştan çıkarıcı güzelliğinin büyüsü altına girenlerin yaşam enerjisini tüketiyordu. İnsanların ihtiraslarından beslenmek, Ahri'yi hayaline adım adım yaklaştırıyordu; can aldıkça, içinde büyüyen garip bir pişmanlık duygusuyla baş başa kaldı. Bir tilkiyken sonuçlarını hiç umursamadığı hareketleri hakkında şimdi ikinci kez düşünüyordu. Gelişmekte olan ahlak anlayışının sancılarıyla baş edemeyeceğini fark etti. Bir çözüm arayışı içerisindeki Ahri, Runeterra'nın en yetenekli büyücülerine ev sahipliği yapan Savaş Enstitüsü'nü buldu. Enstitüde League of Legends'a (Efsaneler Ligi) hizmet ederek, insanlara daha fazla zarar vermeden insanlığa ulaşmak için ona bir fırsat sunuldu.

''Merhamet insana özgü bir lüks... ve sorumluluktur.''
--Ahri

LOL ŞAMPİYON HİKAYELERİ ATROX

ATROX


Atrox, Darkin adıyla bilinen bir ırkın son beş üyesinden biri olan efsanevi bir savaşçı. Devasa kılıcını büyük bir zarafet ve ustalıkla taşıyor, üzerine gelen orduları biçerken, büyüleyici bir görünüm arz ediyor. Aatrox'un canlı gibi duran kılıcı, karşısında düşen her rakibin kanını içerek sahibini güçlendirip, çıktığı kıyım seferini ateşliyor.


Aatrox hakkındaki bilinen ilk öykü, yazılı tarih kadar eski. Bu öykü, sadece Müdafîler ve Büyücü Krallar olarak bilinen iki büyük taraf arasındaki savaşı anlatıyor. Büyücü Kralların kazandığı ezici galibiyetler, rakiplerini ebediyen yok olmanın eşiğine getirmişti. Son çatışmada, Müdafîler ordusu sayıca azdı, yorgundu ve silahsızdı. Yenilgi kaçınılmaz görünüyordu.


Tüm umutlar tükenmişken, Müdafîlerin arasında Aatrox belirdi. Birkaç kelimeyle askerleri kanlarının son damlasına kadar savaşmaya sevk ettikten sonra, kendini savaş alanına attı. Varlığı, ümitsiz haldeki savaşçılara esin kaynağı oldu. Başlangıçta, bu meçhul kahramanın düşmanları katledişini ağızları açık izlediler; bedeni ve kılıcı tek bir varlıkmışçasına, uyum içinde hareket ediyordu. Kısa süre sonra, savaşçılar kendilerini dövüşmek için yanıp tutuşur halde buldular. Aatrox'un peşinden çatışmaya daldılar; her biri, on kişinin gücüyle dövüşüyordu. Sonunda, mucize olarak tanımlanabilecek bir zafer elde ettiler.


Aatrox o savaştan sonra ortadan kayboldu; ama Müdafî ordusunun keşfettiği öfke için aynı şey söylenemezdi. Kazandıkları şaşırtıcı zafer, yenilerini doğurdu. Sonunda evlerine döndüklerinde, kahraman gibi karşılandılar; ama tüm uygarlıklarını yok olmaktan kurtarmalarına rağmen; karanlık, her bir savaşçının zihninde yer etmişti. İçlerinde bir şeyler değişmişti. Zamanla, savaşa dair anıları silinip gitti; yerini ise kasvetli bir gerçek aldı: yaptıkları kahramanlık, aslında kendi elleriyle işlenmiş birer vahşet suçuydu.


Buna benzer öyküler, pek çok kültürün efsanelerinde yer etmiş halde. Hepsine inanmak gerekirse, Aatrox'un varlığı, tarihin en önemli savaşlarından bazılarının gidişatını değiştirmiş olmalı. Bu öyküler onu karanlık devirlerde gelen bir kurtarıcı olarak anlatsa da, Aatrox'un gerçek mirası, çatışma ve savaşla dolu bir dünya olabilir.


''Bazıları onur için savaşır, bazıları şan için. Önemli olan tek şey, savaşman.''

-- Aatrox --